27 Aralık tarihi İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un ölüm yıldönümüydü.
BİR ANMA
27 Aralık tarihi İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ölüm yıldönümüydü. Akif şair olarak da, fikir adamı olarak da yıkılan İmparatorluktan kalan parlak yıldızlardandı. Şairliğinin önemli bir yanı bir arûz virtüözü olmasıdır. Sokakta konuşulan sade Türkçeyle arûz ölçüsü kullanmak ve hiçbir şekilde doğallığını kaybetmemek her babayiğidin harcı değildir. Şiirde benimsediği yöntem çoğunlukla hikâyeciliktir ki, burada kendi beyanıyla üstâdı Sadi-i Şirâzi’dir. Şiirlerinin konusu ise imparatorluğun yıkılış konjonktürü ile uyumlu olarak özelde Türk toplumunun genelde de İslâm aleminin içinde bulunduğu geri kalmışlık, fakirlik, cehalet ve yenilmişlik duygusunun nedenleri ve bunlardan nasıl kurtulacağımızın arayışı idi. Doğal olarak “toplum için sanat” anlayışını benimsemişti. Siyasi düşüncesi İslamcılıktı; ancak, gerek geleneksel dini yorumlara bakış açısı gerekse problemlere sunduğu çözüm önerileri açısından bugün kendini “İslamcı” gören kitlelerin tüylerini diken diken edecek bir duruşa sahipti. Şöyle söylersem kabaca özetlemiş olurum: Mehmet Âkif’in dini meselelere bakışı rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’e benzerdi! İslam aleminin siyasi birliğinden yanaydı, buna bağlı olarak ırkçılığa karşıydı ancak vatansever bir milliyetçilikten yanaydı. İktisadi meselelerde rekabetçi ve bireyci bir ekonomi düzenini değil ama dayanışmacı ve kamucu bir ekonomi düzenini savunurdu. Batı ve doğu kültürlerine hakim, Verlaine’e ve Baudlaire’e nazire yapacak kadar Fransızca, Sâdi’ye nazire yapacak kadar Farşça ve Kur’an-ı Kerîm’i tefsir edecek kadar Arapça bilirdi. Bir müderris kadar İslâm ilimlerine hakim olmakla birlikte, İslâm’ın yeniden ayağa kalkmasının müspet ilimlerden geçtiğini de bilirdi. Kızını resim eğitimi almak için Avrupa’ya gönderebilecek kadar da açık görüşlü bir babaydı. Unutmadan söyleyelim ki, azılı bir istibdad karşıtı ve inatçı bir açık toplu toplum taraftarıydı. “Hoca’m adamı görmüş gibi yazmışsınız, ne yani bu kadar insan Mehmet Akif hakkında yanlış mı düşünüyor?”, diye soranlarınız var, biliyorum. O zaman ben de derim ki, “Mehmet Âkif’in ne düşündüğünü bilmek istiyorsanız, açın Safahat’ı okuyun… Özellikle Fatih Kürsüsü’nden ve Süleymaniye Kürsüsü’nden şiirlerini… Göreceksiniz ki 100 yıl önce ne problemler varsa aynısı bugün de var.”. Maalesef bugün Frenk-meşrep laikçi kesimler de, kasabalı yaşam tarzı ve kısa yoldan köşe dönme fırsatçılığını dindarlık sanan muhafazakâr kesim de, Mehmet Âkif’i azılı bir şeriatçı olarak tanımaktadırlar. Bunun sebebi süzme cahil ve okuma tembeli olmalarıdır. Tabiî ne gam, bir şair okunmayınca bilinmez, belli bir tahsil ve kültür düzeyinin altındakiler okusalar da zaten anlamazlar, kulaktan kulağa fısıldanan yarı yanlış yarı doğru bilgilerle kafalarında bir Âkif yaratır ve onu severler (veya ondan nefret ederler). Neyse “Allah rahmet eylesin.”, diyelim ve Akif’in bir sözünü paylaşalım: “Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!”
***
İslâm Âlemi neden geri kaldı? Bu soruya birçok Cumhuriyet aydını ve bazı son dönem Osmanlı münevverleri “geri kalmanın sebebinin İslâm olduğu” şeklinde cevap vermekteydi. Mehmet Âkif gibi azınlıktaki bazı İslâmcılar geri kalmanın “gerçek İslâm’dan uzaklaşmak” olduğunu söylemekteydiler. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi her iki grup da geri kalmanın sebebinin geleneksel kültür yapıları olduğu görüşündeydiler. İslâm karşıtı Batıcılar, içe kapanık kasaba toplumu sosyolojisi ve geçimlik tarım ekonomisinin ürettiği yaşam tarzı ve onun değerlerini bizatihi İslâm olarak tanımlamaktaydılar. Reformcu İslâmcılar ise, yüzyıllar boyu süren saltanat sistemi altında ve tarikatlar etrafında örgütlenen toplumun geleneksel Sünni anlayışının İslâm’ın özüne aykırı olduğunu savunmaktaydılar. Bir üçüncü zümre vardı ki, bunlar da geri kalmanın nedenini gelenekten kopmakta, Tanzimat’la başlayan yenilenme dönemindeki uygulamalarda, yani kısaca Batılılaşmada, günümüze gelirsek Atatürk ilke ve inkılaplarında görmekteydiler. En tutarsızları da bunlardı, çünkü dünyanın hızla dönüştüğü bir ortamda Hristiyan Amish’ler veya Musevi Hasidikler gibi “Durdurun Dünya’yı inecek var!”, demekteydiler.
Bugün etrafınıza baktığınızda, bu akımların bu çağdaki ardıllarını rahatlıkla görebilirsiniz. Bilumum küreselleşmeciler, “yetmez ama evetçi liboşlar”, ne olduğunu hala daha anlayamadığım “liberal solcular”, modernliği rakı içmek ve bikini giymek olarak gören “beyazlatılmış Türkler” İslam karşıtı Batıcıların bugünkü devamıdır. Öte yandan “Kur’an İslamı” taraftarları, “Tarihselci İslâm” sözcüleri olarak medyada arzı endam eden münevverlerimiz de Reformcu İslamcıların bugüne yansımalarıdır. İlk ikisinin ortak tarafı milli değerlere karşı beynelmilelci / enternasyonalist bir tavır içinde olmalarıdır. Bize ait ne varsa, başta Tasavvuf kültürü olmak üzere reddetmeleridir. Üçüncü gürûhu hem medyada, hem de Türkiye’nin her tarafında (sokakta, kahvehanelerde, iddaa bayilerinde, grup halinde Kurtlar Vadisi - Diriliş Ertuğrul - Payitaht Abdülhamit seyredilen nargile kafelerinde / cemaatlerin toplandığı vakıf binalarında) görebilirsiniz. Bunlar da, iktisadi altyapısı değişen modern Türkiye’de kapalı kasaba toplumu değerlerini inatla hakim kılmaya çalışmaktadırlar. Üç grup da yanlış mantık örgüleri kurmakta, kavramları karıştırmakta ve dolayısıyla sonuçları sebep olarak görmekteydiler. Bugünkü ardılları da aynı hataya düşmektedirler.
Bir toplumun geri kalmışlık meselesi, özünde, iktisadi bir meseledir. Eğer iş dinde (dini kaldırmakta veya dinin o veya bu yorumunu bütün topluma dayatmakta) olsaydı 19’uncu yüzyılda sanayi devriminin olmaması gerekirdi. Weber’in analizinin tersine, örneğin, sermaye birikimini ve sanayi devrimini Protestanlığa bağlamak çok komik kaçardı, çünkü insanlık tarihinin gördüğü en bağnaz kitleler, en tutucu hükümetler bizatihi 19’uncu asır Protestan toplumlarında ortaya çıkmıştı. Üç kitaplı dinin içinde en sert Şeriat hükümlerine sahip olan ve akılcılığın karşısında dogmatizmi yücelten Museviler bu kadar sermaye birikimi yapamazlar ve bilimin her alanında bu kadar öncü yetiştiremezlerdi. Bu tartışmalarda öncelikle bakılan yer yaşam tarzıdır. Ancak toplumların yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları ve toplumsal örgütlenmeleri sonuçtur. Neyin sonucudur? İktisadi altyapıda gerçekleşen veya gerçekleşemeyen dönüşümlerin sonucudur. Zaten kalkınma kavramı, doğası gereği iktisadi sistemin dönüşümü ile alakalıdır.
Bir iktisadi sistem kendini sürdürebildiği, yeniden üretebildiği ve genişletebildiği sürece toplumsal değişimin veya durağanlığın da sebebi olmaktadır. Tarıma dayalı ekonomi kendiliğinden genişleme eğilimi içinde değildir, işler iyi giderse kendini sürdürebilir ve yeniden üretebilir. Ancak sermayenin öne geçtiği sanayi toplumlarında ekonominin kendini sürdürebilmesi ve yeniden üretebilmesi için aynı zamanda genişlemesi zorunludur. Genel olarak Doğu’nun özel olarak İslam Alemi’nin Batı karşısında mağlubiyeti bu iktisadi sistem farkından kaynaklanmaktadır. Sanayi ekonomileri var olmak için genişlerken, tarım ekonomileri varlıklarını koruyamaz hale geldiler; zaten genişleme kabiliyetleri de bulunmamaktaydı. Bir iktisadi sistem çökerse, o sisteme bağlı toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşma da çözülür. Buna bağlı olarak toplumsal örgütlenme ve onun siyasi üst yapı kurumları da dağılma sürecine girer. Dağılma süreci ekonominin çöküşüne hız kazandırır. İşte aslında bizim meselemiz budur. Soracağımız soru da, “Niçin Doğu ve İslam toplumları kendilerine özgü bir sermaye birikimi modeli ve yine kendilerine özgü bir sanayi ekonomisi geliştiremediler?”, olmalıdır. Pazartesi’ye buradan devam etmek dileğiyle hepinizin Yeni Yılını kutlarım.