Geçen hafta TV'de bir programda Sayın Ali Babacan arz-ı endam etti.
Geçen hafta TV’de bir programda Sayın Ali Babacan arz-ı endam etti. Kendisi yeni partisinin kuruluşundan önce ve uzun bir aradan sonra ilk defa kameralar karşısındaydı. Kendisine bundan sonraki hayatında başarılar dileriz.
ALİ BABACAN DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI BAŞARILI MIYDI?
Sayın Babacan, kamuoyunda ya da kamuoyunu oluşturduğu farz edilen bir avuç kerameti kendinden menkul bilmişler nezdinde, AK Parti iktidarının ekonomik başarılarının mümessili olarak tanınan bir siyasetçidir. Kamuoyundaki çoğunluğun aksine, ben AK Parti’nin iktisadi açıdan en başarısız olduğu dönemin tam da 2003 - 2012 arasındaki dönem olduğu kanaatindeyim. Bu dönem de, Sayın Babacan’ın etkili ve yetkili olduğu dönemdi.
Şimdi hemen “At martini de bre Hasan, dağlar inlesin!” demeyin. Maho Ağa’nın Bülo’ya dediği gibi “Hele bir sen mene sor? Niye?” diyorum. Niyesi şudur: 2001 Krizi sonrası bütün acı ilaçların Kemal Derviş tarafından halka ve Ecevit Hükümeti’ne içirildiği ve bu program ve reformların kaymağının da AK Parti hükümeti tarafından yenildiği bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönem dünyada doların emme basma tulumba gibi basıldığı, AB ve Amerika’dan fonların Türkiye’ye şelale gibi aktığı bir dönemdi. İçeriye çuvalla para girişi döviz kurlarını uzun bir müddet (9 yıl boyunca) olması gereken değerin altına itti. Dışarıdan gelen ucuz borçla halkımız ve devletimiz sahte bir servet artışı algısına kapıldı. İktisatta para yanılgısı dediğimiz duruma benzer şekilde, hepimiz ucuz gelen dış borçla bir müddet keyfimize baktık. Bugün ise alınan bu borçları faiziyle geri ödeme vakti gelmiştir. Onun için de krizdeyiz.
Sayın Babacan’ın Ekonomi Bakanlığı döneminde AK Parti hükümetleri gelen bu borcu üretken sektörlerden daha çok üretken olmayan sektörlere (inşaat, sağlık ve eğitim vb.) sevk edecek politikalar oluşturdular. Bu politikalar kısa dönemde halkın satın alma gücünde müthiş bir artış algısı yarattı ama sonuçta bu, faiziyle beraber ödenmesi gereken borç parayla yaratılmış sahte bir refah idi. O dönemde AK Parti hükümeti kaynakları daha çok üretken sektörler olan sanayi ve tarıma aktarsaydı, uzun dönemde üretim kapasitesindeki artış oranı ödediğimiz faiz oranından daha yüksek olurdu. Güney Kore’nin Çin’in yaptığı da tam anlamıyla budur. Böyle bir ortamda, bakanlığa sokaktaki simitçiyi getirsen de başarılı olur. Hâlbuki er meydanı esas bugün kurulmuştur. Dünyanın her tarafından iktisadi ve siyasi baskıya maruz kalındığı, ülkenin dört bir tarafının savaşla çevrili olduğu, dünyanın genel olarak bir ekonomik krize gittiği bu ortamda başarılı olmak gerçek başarıdır. Pekiyi, Ali Babacan bugün ne diyor? Dilerseniz tartışalım.
ACEMOĞLU’NUN ÖĞRENCİSİ BABACAN
Sayın Babacan’ın kurmay danışman heyetinde adı geçen önemli bir Türk iktisatçısı var: Daron Acemoğlu. Acemoğlu “Why the Nations Fail? / Ulusların Çöküşü” kitabıyla da tanınan bir akademisyen ve Türk iktisatçılarının medâr-ı iftiharıdır. Burada hakkını teslim edelim. Ancak ideolojik olarak, en azından benimle ve benim gibi düşünen iktisatçılarla, taban tabana zıt görüşleri bulunmaktadır. Kabaca özetlemek gerekirse, kalkınma problemleri ve fakirliğin ana sebebinin kapitalist sistem olmadığı, sömürgeciliğin uluslararası eşitsizlik yaratmadığı, aksine erken 20’inci yüzyılda geri kalmış ülkelerden düze çıkanların İngiliz sömürgeleri olduğunu, İngiliz emperyalizminin bu ülkeleri medenileştirmek ve zenginleştirmek gibi ulvi bir katkı sunduğunu savunmaktadır. Bugün, küresel kapitalizm altında bir ülkenin tam bağımsızlık ve milli çıkarlar çerçevesinde bir politika izlemesindense Batılı ağabeylerine biat ederek serbest piyasa ekonomisinin şartlarını eksiksiz bir şekilde uygulamasını salık vermektedir. Acemoğlu’na göre iktisadi meseleleri seçilmiş hükümetlere bırakmak yanlıştır. Ekonomi politikaları halkına hesap verme durumundaki hükümetlerden ziyade, New York ve Londra’daki tefecilere tekmil veren “bağımsız kurumlar” elleriyle kotarılmalıdır. Yani kalkınma bir iktisadi mesele değil, ancak hukuki ve siyasi meseledir.
Bugün birçok “pusulası Batı’ya dönük devşirme iktisatçının” entelektüel bir şehvetle savunduğu gibi, Acemoğlu’na göre seçilmiş hükümetten bağımsız kurumlar kalkınmanın temelini oluşturmaktadır. Bunlara “kapsayıcı kurum” adını vermektedir. Bir de seçilmiş hükümetlerin kontrolünde milli hedefler doğrultusunda politika üreten kurumlar vardır ki, bunlara da, “dışlayıcı kurumlar” adını vermektedir. Ona göre dışlayıcı kurumlar hırsızlık ve vurgunculuğa sebep olmaktadır. Bu fikirlerin altında, Türkiye gibi ülkelerde yaygın olarak konuşulan önemli bir önyargı bulunmaktadır. “Siyasetçilerin bütün işi cebi doldurmaktır, bu yüzden milletin seçtiği siyasetçilere güvenmeyin!” Bu görüşün gideceği nokta, Batı emperyalizmine teslim olma, milli kurumları lağvetme, Washington ve Brüksel’in vilayeti olmayı kabul etmektir. Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında Damat Ferit Hükümeti ve yandaşlarının, bunlara ilaveten mandacıların savundukları görüşler de birebir aynısıydı.
Sayın Babacan bu görüşleri iyi hatmeylemişe benziyor. Ekonomiye dair hemen hemen hiçbir şey söylemedi. Söylediği, özetle, “kuvvetler ayrılığı, istişare, serbest piyasa ekonomisinin tesisi, Batılı müttefiklerimizle ortak paydaşlarda bulunma, dünya ile birlikte hareket etme” gibi NATO’cu merkez sağ siyasetçilerin ve bugünkü liberal solcuların söylediklerinden ibarettir. Ben Babacan’ın daha kendi partisini hangi siyasi görüşle adlandıracağını bildiğini zannetmiyorum. Ancak, bu satırların yazarından bir öneri isterse, kendisinin savunduğu görüşlere binaen “Neo- İtilafçılık” ismini öneririm.
Cuma günü yazdığım gibi, bundan sonra siyaset “küreselci – millici” tartışması etrafında dönecektir. Hala daha, eski sağ ve sol kavramları etrafında siyaset yapmaya kalkanlar önümüzdeki dönemde başarısız olurlar. Bugün siyasetçilerin önündeki soru şudur: Küresel tefecilerin iğvasından ve emperyalist devletlerin hegemonyasından yana mısınız, değil misiniz? Türkiye Batı Emperyalizminin bir vilâyeti mi olsun, yoksa atalarımız gibi kendi kendini yöneten bağımsız insanların bağımsız ülkesi mi olsun? İlk önce bunun cevabını vermeliyiz. Ondan sonra kendi içimizde yine kıyasıya birbirimizi eleştirelim, tartışalım. Bundan sonra siyasi partiler bu temel soruya verdikleri cevapla tanımlanacaklardır.
SON SÖZ: Kimliğini bilmeyenin kişiliği olmaz, kişiliği olmayanın özgürlüğü olmaz.