Tanzimat ile başlayan Avrupa peşinde koşan umutsuz âşık rolümüz, 1953'te "uzatmalı sevgili" seviyesine; sonra "aday ülke" statüsüyle en fazla, siz deyin "söz kesme", ben diyeyim "nişanlılık" seviyesine yükseldi.

Tanzimat ile başlayan Avrupa peşinde koşan umutsuz âşık rolümüz, 1953’te “uzatmalı sevgili” seviyesine; sonra “aday ülke” statüsüyle en fazla, siz deyin “söz kesme”, ben diyeyim “nişanlılık” seviyesine yükseldi.

Stadyumlar, yabancı takımlarla oynadığımız maçlarda “Avrupa Avrupa duy sesimizi. İşte bu Türklerin ayak sesleri” diye inlerken bile, hedefimiz hep “güneşin battığı yön” oldu. Futbolcularımızın en büyük hayâli, Avrupa’da top koşturmak oldu. Teknik direktörlerimiz bile içeride art arda kazanılan şampiyonluklarla tatmin olmayıp, bir büyük Avrupa takımını çalıştırmak gibi bir hedefe sâhip oldu.

Muasır medeniyet seviyesinden Eurovizyon gibi uyduruk şarkı yarışmalarına kadar eksenimiz hep Avrupa oldu.

İş, siyâset olarak ciddiye binince, AB (Avrupa Birliği) Bakanlığı bile kuruldu. Onlar bizi akademik çalışmalar; makaleler, yüksek lisans ve doktora tezlerinin yazıldığı araştırma merkezleriyle akrabalarımızdan daha iyi tanırken, biz onları ancak kendi yazdıkları kitapları Türkçeye tercüme ederek anlamaya çalıştık ve Oryantalizm’in tuzağına düştük.

AB Yetmedi, ABD Geldi

1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri yaşananlar yetmedi ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “Küçük Amerika olmak” gibi bir amaçla ABD’nin dümen suyuna girdik. O kadar ki, gün geldi istihbarat çalışanlarımızın maaşları ABD’den geldi.

Özgürlük Heykeli’ninl elindeki kitabın yolumuzu aydınlatacağını sandık, ama önümüze başka bir kitap kondu. Bu kitabın hocaları da “Mr. and Ms. Brown” oldu. Onlar da hep “deniz kenarına” gittiler ve “Are you cola, are you disco”dan başka bir şey öğretmediler. Yâni tıpkı AB’nin anavatanı Avrupa’nın yaptığı gibi, ABD’de de bize iyi ve güzel şeylerini getirmedi. Süt tozunu, Amerikan bezini, eskimiş silahları hibe olarak verirken, kurduğu askerî üslerle aba altından sopa gösterdi. Bunların üstünü örtmek için de önce kovboy filmlerini sonra da Rambo, Rocky, Terminatör gibi teknolojinin şişirdiği sahte kahramanlık filmlerini seyrettirdi. Bu, Gramsci’nin tâbiriyle, öyle hegemonikti ki, her şey çok “normal” geliyordu.

Ya ABC?

Rahmetli Uğur Mumcu’nun dediği gibi, “yaşadığımız bu güzel ülkenin hiçbir zaman “C” plânı olmadı. Dâima A.B.D. plânları devreye sokuldu”. Oysa ne umutlar ve vaatlerle almıştık ABC’yi. Kaz gelecek zannedip tavuğu esirmezcesine kütüphâlerimizi feda ettik.

Montaj anlayışı üzerine kurulu sanayimiz gibi, ortaya çıkan “altı kaval üstü şeşhâne” modeli bir eğitim sistemiyle “A”ya “Eliften hallice” bir muameleyi revâ gördük. Onca fedakârlıklarla ve zorluğun üstünden gelerek elde ettiğimiz ABC’ye de lâyıkıyla muamele edemedik.

Dünyânın en iyi futbolcusunu transfer ettiğini iddia edip takımın sistemini değiştirdikten sonra, onu yedek kulübesinde oturtmaya denk bir muameleyle ABC’den yararlanamadık. Mâdem ABC’yi getirenler onu, biz de onu getirenleri seviyorduysak, neden bu türlü mutlu ve mesut olamıyoruz? Aşkımız bizi kör mü etmişti ya da bize ağır mı gelmişti?

“Pansuman Tedbirler”

Bu ağırlığın verdiği rehâvet ile ancak parmağımızı oynatabiliyor ve sâdece sınav sistemi değiştirerek pansuman tedbirler uyguluyoruz. Davulumuzun tokmağını bir türlü elimize alamıyoruz. ABlerle, ABDlerle uğraşırken, kıblemizi düzeltip ABC’ye odaklanamıyoruz.

Ülke olarak kitap satın almada dünyâda 11. sıradayız, ama kitap okumada 86. sıradayız. Kısacası ABC’yi hunharca tüketiyoruz ama okumuyoruz. Bu da bizi, havanda su dövmekten ileri götüremiyor.