TÜRKİYE'DE İKİ FAY HATTI

Tarık ÇELENK 25 Tem 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
1973'de Koşuyolu Ortaokulu'nda, bir Cumhuriyet öğretmeninin çalışkan çocuğu olarak tanınıyordum.

1973’de Koşuyolu Ortaokulu’nda, bir Cumhuriyet öğretmeninin çalışkan çocuğu olarak tanınıyordum. Türkçe öğretmenimiz ortaya şöyle bir tartışma konusu atmıştı: “Kendinize model olarak aldığınız bir insanı, özellikleriyle birlikte anlatır mısınız?” Sınıf arkadaşlarım değişik örnekleriyle paylaşımda bulundular. Sıra bana geldiğinde arkadaşlarım ilgiyle kulak kabartıp ne söyleyeceğimi beklediler. Ben o dönemde İTÜ’de okuyan kuzenim merhum Fahrettin Tivnikli beyi örnek verdim, çünkü namaz kılıyordu. Bana göre üniversitede okuyan bir gencin namaz kılması imrenilmesi gereken bir şeydi. Bunu söylediğimde sınıfın sessizliği bir kahkaha tufanı ile bozuldu. Öğretmenimiz Suna Tortop hanımefendi olgunlukla gülücüklerine engel olmaya çalışarak,  “niçin gülüyorsunuz çocuklar namaz kılmak kötü bir şey mi?” diyerek sınıfı sakinleştirmeye çalıştı.
Benzer tartışmaları, okuduğum yerli ve yabancı telif - tercüme kitapları referans göstererek, II. Abdülhamit ve Vahdettin’inin vatan haini olmadığına dair yine sınıf önünde hocalarımla yapmıştım. Zannediyorum o yıllarda benimle duygudaşlık yapabilecek yakın çevremdeki kişiler olsa olsa ortaokulumuzun kalorifercisi Ekrem ağabey, Yüksek İslam mezunu din hocamız Hüseyin bey, merhume anneannem ve Kars’tan yeni göç etmiş evimize yardıma gelen Aslı teyze olabilirdi.
Tarihimizde Osmanlı modernleşmesi ile birlikte mevcut olan iki temel siyasi/sosyal kırılmayı (Laik-İslamcı/Dindar) yaşadığım örneklerle anlatmaya çalıştım. Buna Osmanlı modernleşmesinden bugüne, yöneticilerimiz ve halk açısından iki sosyal-siyasi fay hattı diyorum. 1973’ten 15 Temmuz 2016 sonrasına bu iki fay hattının nasıl seyir ettiğinin anlaşılması, ortak geleceğimize ilişkin kaygıları derinleştirebilir veya onarabilir de.

Bu iki fay hattına matematiksel bir sembol bulacaksak, birini askeri eğitim kurumları  ve liselerimiz (seküler liseler, harp okulları ve akademileri) diğerini de İmam-Hatip kuşağı (dindar- fıkıh öğretimi) üzerinden tanımlayabiliriz. Şu an bu iki temel yapı arasında iktidarı sahiplenme, güven ve temel kavramsal çerçevelerde farklı bakış açıları olduğunu görebiliyoruz. Çocukluğum ve gençliğim sırasında din eğitimi almak oldukça sorunluydu. Ailelerin çoğu, çocuğum yobaz olmasın ama dinini bilsin, cenaze namazı ve ritüelleri öğrensin modundaydı. Ancak bir gencin İmam Hatip Lisesi’ne gitmesi gerek mahalle ortamı veya geleceği için pek cazip değildi. Aynı şekilde yaz Kuran kurslarına da... Bunun dışında Cumhuriyetin devrimlerini benimseyememiş ancak devlete saygılı halk  da modern laik eğitim sistemini dinsiz okullar olarak görüyordu.
Bu koşullarda zamanın entelektüel başbakanı Şemsettin Günaltay, İsmet İnönü’yü ikna ederek halk dinini öğrensin, muhalefette dini istismar etmesin diye İmam-Hatip okullarının başlangıcını teşkil eden kursları kurdu. CHP milletvekilleri karşı çıktılar ve “biz devleti laik hukukla yönetiyoruz siz ise bu okullarda gençlere İslam fıkhı öğretiyorsunuz, bu işin sonu iyi değil” dediler. 12 Eylül yönetimi İmam-Hatiplere Ş. Günaltay mantığı ile yanaştı; statüsüne ve din eğitiminin desteklenmesine müsaade etti.  Harp okulları hariç yüksek öğrenimde önlerini açtı. O dönemlerde Tayyar Altıkulaç ve Halis Ayhan gibi değerli ilahiyatçıların bunda katkısı oldu. 1990’lara girerken dindar nesil kampanyasında sadece İHL’ler baş rolde değildi. Başta Gülen grubu ve diğer cemaatler de kolları sıvamışlardı.

Türkiye’de hızla gelişen toplumsal değişimi, talepleri ve duyarlılığı  merkez CHP ve AP fark edememişti. Çevre kendi değerlerini dindarlaşma ile talep ediyor ve siyasette var olmak istiyordu. Merhum Erbakan bunu iyi fark etti, entelektüel ve siyasi yatırımını buraya yaptı. Fayın diğer hattı 28 Şubatta merkez burjuvazi ile işbirliği yaparak gidişatı frenlemeye çalıştı. İHL’leri hedef aldılar, engeller koymaya çalışıldı. Anlamı olmadı ve bugünün siyasi sonuçlarını doğurdu. Bugünün siyasetini dindarlar ve laiklerin mücadelesi olarak görmek de bir açıdan bizi yanıltacaktır. Osmanlı modernleşmesi, artık neden yeniliyoruz sorusuyla başladı. Entelektüel sorgulamaya gidemediler. Askeri kurumlar merkeze alınarak, kökleri bugüne uzanan modern devlet yapılanmasına başlanıldı. Bugünkü harp okulu/akademisi, üniversitelerin, liselerin, İTÜ ve Dışişleri gibi kurumların kökü buradadır. Bu kurumların değişimi kolay değil, dönüşümünü gelenek çerçevesinde bilgi ve görgüyle gerçekleştirmek önemlidir. Osmanlı modernleşmesi seküler-laik idi. Abdülhamit ve Vahdettin de buna dahil edilebilir. Devletin sivil dini İslam’dı. Tıpkı Amerikan protestan dindarlığı gibi. Belki devletin birliğini Müslüman ahali üzerinden tanımladılar. Küllerinden doğan Cumhuriyet ise geçmiş padişah iktidarının araçsallaştırdığı dini kurumları ve nizamı alem konseptini devletin birliğine tehdit olarak değerlendirdi ve laikliği kısmi bir sivil din olarak kabul etti. Devletin güvenliği içinse ahalinin Müslüman kimliğinde olmasını tercih etti.

Fayımızın biri olarak nitelendirdiğimiz, TSK, Dışişleri ve benzer kurumlar Osmanlı modernleşmesinin devlet yapılanmasında merkeze alınan günümüze intikal eden kurumlardır. Kaygıları I. Dünya Savaşı travmasına ve dağılmasını tekrar yaşamayalım üzerinedir. Değerleri statik manada bunlar üzerine kurulmuştur.  Dinin siyasette kullanılması onlara göre bu geri dönüş tehlikesinin sebeplerindendir. Bu kurumlar bir bakıma İTC (İttihat ve Terraki Cemiyeti )’nin Cumhuriyeti kuran kanadını teşkil etmektedir. Fayımızın diğer yanı İHL kuşağı ile sembolize edeceğimiz dindar kanadın izleri gene İTC’nin İslamcı kanadına veya İTC’ye muhalif kurulmuş Hürriyet ve İhtilaf fırkasına dayandırmak mümkündür. Onların da tezi Osmanlı’nın toplanması (bugünün dindarları için eski güzel günlere, onurumuza dönüş için) çare İslam değerleri ve Müslüman dünyaya öncülük edebilmek olarak görülmekte. Tabi bugünkü İslamcı düşünceyle Osmanlı entelektüel İslamcıları arasında bilgi uçurumu olduğunu, hareketin taşra karakterinden kurtulacak bir ivmeye ulaşamadığını da hatırlatalım. Bugün AK Parti iktidarı Anadolu imam hatiplerin yetiştirdiği ayrıcalıklı altın kuşağı Türkiye’nin geleceği olarak görmektedir. TSK’da ise hala başörtüsü yasağı sürmekte ve İHL’lere Harp Okulu yolu kapalıdır.

Temel sorun, ülkemiz ve insanımızın huzuru için bu iki fay hattının hangi koşullarda birbiriyle uzlaşabilir, tahammül edebilir ortak bir enerjiyi üretebileceğidir. Kavramları, düşleri, azimleri ne kadar saha gerçekliği ile uyumlu, ne kadarı fantezi dünyasında ve nasıl yakınlaştırılabilir ?
Osmanlı modernleşmesine bakınca özde İslam hukuku (Şeriat), modern hukuk, parlamenter sistem, liberal değerler gibi kavramların bir arada uyumuna ilişkin önemli çalışmalar yapılmıştır. Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecellesi buna uygun örnektir. Eğitim sistemimizde iki ayrı kanadın, İHL ve Harp Okullarının ayrılığını veya birleştirilmesini değil farklılıkları yaratan kavramlarını uzlaştırabilmeliyiz. Örneğin laiklik, Atatürk, İslam hukuku, Osmanlı tarihi ve gelecek gibi konularda... Yönetim hakkının kendinde olduğunu ve devleti ancak kendisinin koruyacağı yargısı ve kaygısı demokrasi kurumları içinde karşılıklı izale edilmelidir. Gezi olaylarında sol ve liberal Türkiye sokaklara, meydanlara indi sosyal medyada örgütlendi. 15 Temmuz gecesi darbeye karşı çoğunlukla muhafazakar Türkiye sokağa indi, tadını aldı, aynı şekilde sosyal medyayı da kullandı. İnsanlarımızda karşılıklı silahlanma eğilimleri arttı. Riskler büyümekte. Gezi’nin ve Şehitler Köprüsünün Türkiye’sini uzlaştırmak, anlaştırmak  veya en azından birbirlerine tahammül ettirmek zorundayız. Canlı yayında darbe kalkışmasını öğrendiğimde inşallah kurumsal değildir demiştim. Zira kurumsal olması devlet kurumları ve halkın birlikte katılacağı  iç savaş anlamına gelebilirdi. Ancak bu kalkışmayı demokrasimize karşı gözü dönmüş katliamcı bir cuntanın yapması kendi çocuklarımızın geleceğinin Türkiye’si için kaygılarımızı azaltmıyor.