DİNDARLIĞIN EKONOMİ POLİTİĞİ - I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bugün bir yazı dizisine başlamak istiyorum. Bu dizide son zamanlarda görsel, sosyal ve yazılı medyada çokça tartışılan bir konuyu anlatmak istiyorum: Dindarlık… Türkiye'de dindarlık artıyor mu, azalıyor mu? Ülkemizde Türk – Osmanlı kültüründen bağımsız ve ona yabancı bir dindarlık mı filizleniyor? Değişen şartlara göre dini ahkamın yenilenmesi mi gerekiyor? Bütün bunların ekonomi, sosyoloji ve küreselleşme ile bir ilgisi var mı? Tarikat ve cemaatlerin bu kadar göz önüne çıkması ne anlama geliyor? Bütün bu soruları, sahip olduğum sosyal bilim dağarcığını kullanarak cevaplamaya çalışacağım. İlk önce bu yazıda dindarlığı tanımlayacağım. Haydi başlayalım…

DİNDARLIK NEDİR?

Dindarlık, dini adanmışlığı veya maneviyatı içerebilen bir erdemdir. Çoğu dindarlık anlayışının ortak unsuru “ilâhi olana duyulan” saygı borcudur. Dini bir bağlamda dindarlık, ülkeler ve kültürler arasında farklılık gösterebilen dindar faaliyetler veya bağlılıklarla ifade edilebilir.

Dindarlık bir erdem ise erdem nedir? Erdem veya fazilet bireylerin sahip olabileceği ahlaki, sosyal veya entelektüel boyutlarda bir mükemmellik özelliğidir. Erdemin geliştirilmesi "insanlığın iyiliği" olarak kabul edilir ve bu nedenle yaşamın nihai amacı veya varlığın temel ilkesi olarak değerlendirilir. İnsanın pratik etiğinde erdem, yüksek ahlaki standartlar göstermeyi başaran eylemleri seçme eğilimidir: belirli bir çaba alanında doğru olanı yapmak ve yanlış olandan kaçınmak, bunu yapmak faydacı bir bakış açısıyla gereksiz olsa bile… Birisi doğru olanı yapmaktan zevk aldığında, zor ya da başlangıçta hoş olmayan bir şey olsa bile, erdemi bir alışkanlık haline getirebilir. Böyle bir kişinin, böyle bir eğilimi geliştirmiş olması nedeniyle erdemli olduğu söylenir. Erdemin zıddı kötülüktür ve kötü niyetli kişi, kendi zararına olan alışkanlık haline gelmiş kötülüklerden zevk alır.

İSLÂM DİNİNDE DİNDARLIK, ERDEMLİLİK VE MUTTAKİLİK

Bu anlamda dindarlık bir dinin kurallarına riayet ve dinin öğretisine adanmışlık, ilahi iradeye teslimiyeti de içeren dini bir erdemdir. Her dinde dindarlığı tanımlayan o dinin öğretisi, kuralları ve ilahi varlık hakkındaki tasavvurlardır. İslâm dininde dindarlığın bir erdem olarak tanımı Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerle belirtilir. Bakara Sûresi 1-5’inci Ayetlerin Meali şöyledir:

“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla… Elif Lâm Mim. İşte bu üzerinde hiç şüphe olmayan Kitaptır. Müttakilere (Erdem sahiplerine) bir hidayettir. Onlar (o müttakiler) gayba iman eder, salâtı (birinci anlamı namaz, ikinci anlamı dayanışma) dosdoğru yerine getirir ve sahip oldukları (para, bilgi ve iktidar) ile infâk ederler (onları ihtiyaç sahipleri ile paylaşırlar). Onlar sana indirilene (Kur’an-ı Kerim) ve senden öncekilere indirilenlere (diğer Peygamberlere indirilen Kitap ve suhuflar) ve ahiret gününe (ölümden sonra diriliş ve yeni bir hayata) şeksiz ve şüphesiz iman ederler. İşte bunlar (bu erdemliler) Rablerinden bir hidayet (manevi aydınlanma) üzere olanlar ve kurtuluşa erenlerdir.”

Yine Kur’an’da birçok yerde geçen ve mü’minlerin (Allah’a güvenerek inananların) temel düsturu olarak zikredilen ifade de şudur: “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker // iyilikleri emretmek ve kötülüklerden uzaklaştırmak”

Bu durumda İslâmî anlamda erdem sahibi olanları (yani muttakileri) Allah iki düzlemde tanımlıyor: iman ve eylem boyutları. Bu özelliklere sahip olanlar Rablerinden gelen bir hidayete (yani manevî aydınlanmaya) ve (bu dünya ve öte dünyada) kurtuluşa erenlerdir.

İman boyutu Gayba, Kitaplara ve Ahiret Gününe imandır. Gayb yani bilinmeyen kavramı başta Allah’ın Zât-ı şerifi olmak üzere, ondan bir hazine olan Ruha, Allah’ın hizmetkârı olarak yaratılmış Meleklere, Allah’ın bizim bilgimizin ötesinde bir yöntemle indirdiği vahye ve bilmeyeceğimiz, gözlemle kesin olarak emin olamayacağımız geleceğe (yani kadere) işaret eder. Zaten iman kelime manâsı olarak “Allah’a güvenerek inanmak” demektir.

Eylem boyutu ise hem Allah’a temel ibadet olan namazın edâ edilmesi hem de erdem sahiplerinin birbiriyle dayanışması anlamına gelen salâtı, ihtiyaç sahipleri ile sahip olduklarımızı paylaşmamızı, iyilikleri emretmemiz ve kötülüklerden uzaklaştırmamız anlamına gelen “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” kavramını içerir. İyilikleri emretmekle kasıt Allah’ın emrettiği ve Peygamberi’nin eylemleriyle bize öğrettiği güzel ahlâka dayalı bir yaşam sahibi olarak insanlara örnek olmak, kötülüklerden sakındırmak ise başta ailemiz ve çevremiz olmak üzere Allah’ın kötü davranış olarak tanımladığı eylemlerden uzak durmak ve adaletsizliğe, cehalete, köleleştirmeye, sömürüye, iki yüzlülük ve yalancılığa, yani topyekün zulme karşı duruş sergilemek anlamına gelir.

İnsanlar erdemli bir hayatı ilk önce kendileri yaşamalı ve çevresine örnek olmalıdır. Kendilerinde iyi hasletler olmayan ve yine kendilerini kötü hasletlerden temizlemeyen insanların iktidar veya para gücüyle diğer insanlara zorla bir yaşam tarzı dayatması Allah’ın ve Peygamberi’nin maksadı olamaz. Bunu ben söylemiyorum, Allah söylüyor. Bakara Sûresi 256’ıncı Ayet mealen şu anlama gelir:

“Dinde zorlama (baskı-tiksindirme) yoktur. Rüşd (yani doğru ve güzel olan) gayy’den (çirkinlik ve sapıklıktan) net bir biçimde ayrılmıştır. Her kim tağutu / tağutları reddeder Allah'a iman ederse (güvenerek inanırsa) hiç kuşkusuz sapasağlam bir kulpa yapışmış olur. Kopup parçalanması yoktur o kulpun. Allah, hakkıyla işiten, en iyi biçimde bilendir.”

TAĞUT YANİ BASKI VE ZULÜM DÜZENLERİ

Yani her insan önce kendisini hesaba çekmeli, eylemlerini düzeltmeli, bundan sonra çevresine ve başkalarına güzel örnek olmalıdır. İnsanlara iyiliği zorla değil sevdirerek benimsetmelidir. Ayette geçen tağut kavramı bunun için çok önemlidir. İsterseniz tağut nedir bir bilene soralım:

TDV İslâm Ansiklopedisi’nden Metin Yurdagür Hoca’nın kaleminden Tağut Maddesinden alıntıdır:

“Sözlükte “azmak, sınırı aşmak” anlamındaki tuğvân (tuğyân) kökünden türeyen bir isim/sıfat olup müfred-cemi ve müzekker-müennesi aynı şekilde kullanılır. Asıl mânası “aşırı derecede azgın ve mütecaviz”dir. Bundan hareketle Allah’tan başka tapınılan ve hak yoldan saptıran her varlık, put, şeytan, kâhin ve sihirbaz tâgūtun kapsamı içinde düşünülmüştür (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṭġv”, “ṭġy” md.leri; Lisânü’l-ʿArab, “ṭġv”, “ṭġy” md.leri). Kur’ân-ı Kerîm’de tuğyan kavramı otuz dokuz yerde geçer; tâgūt ismi sekiz âyette yer alır. Tâgūt dışındaki kullanılışlarda kavram birkaç âyette suyun taşması, gözün hedefini şaşması, terazinin dengesinden saptırılıp eksik tartması gibi anlamlarda kullanılır, diğerlerinde dinî ve ahlâkî alanlardaki aşırılıklar, sapkınlıklar, zulüm ve tecavüzler çerçevesinde geçer. Beş âyette bu kavramla Firavun’un azgınlığına atıf yapılır, dört âyette tuğyân ile küfür birbirinin tamamlayıcısı konumunda zikredilir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṭġy” md.). … Nahl sûresinde geçen âyette (16/36) her ümmete bir peygamber gönderildiği, bunların temel hedeflerinin insanlara tâgūttan uzak durup sadece Allah’a kullukta bulunmayı telkin etmekten ibaret olduğu belirtilir. Zümer sûresindeki âyetlerde ise (39/15-17) Allah’tan başkasına kulluk edenlerin hem kendilerini hem etkileri altında kalan kişileri hüsrana sevkettikleri bildirildikten sonra puta (tâgūt) tapmaktan sakınıp yalnız Allah’a yönelenlerin ebedî mutluluğa ereceği haber verilir.”

Buradan hareketle Firavun ve benzerlerinin kurduğu özgürlüğün olmadığı baskı rejimleri veya çeşitli grupların mensupları üzerinde kurduğu zorbalığa ve baskıya dayalı sömürü düzenleri Allah’ın yasakladığı “tağut” tanımı içine girer. Bakara Sûresi 256’ıncı Ayet’te net olarak erdemli insanların baskı ve zulüm rejimlerine karşı çıkması gerektiği bildirilmiştir. O takdirde herhangi bir kişi veya kurumun “iyiliği yaymak için” para ve iktidar gücünü kullanması tağutlukla aynı kapıya çıkar.

Buradan devam edeceğiz.