Târihimizde yeniçerilerin önemli bir yeri vardır.
Bir milletler topluluğu olan Osmanlı Devleti’nin fütuhât devrinde en önemli rolü oynayan unsurlardan biri olan Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu da kapatılışı da târihî kırılma noktalarımız arasındadır.
Zamânın şartlarında geçerli olan sebeplerle devşirilen erkek çocuklarından oluşan Yeniçeri Ocağı, bir taraftan fetihlerde kelle koltukta savaşan cengâverleri yetiştirirken, bir taraftan da Sokullular gibi dirâyetli devlet adamlarını ve Mimar Sinan gibi dâhileri de ortaya çıkarmıştır.
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı için o kadar önemlidir ki, pâdişah da Yeniçeri Ocağı’nın “1 numaralı” askeriydi. Pâdişahlar için yeniçeriler o kadar değerliydi ki, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethettiğinde Kahire’ye girerken Yeniçeri kıyâfeti giydiği ve yeniçerilerin arasına karışarak şehre girdiği rivâyet edilir.
Ancak bu cengâver askerler, zamanla dejenere olmaktan kurtulamamıştır. Yeniçeri geleneğidir ki, tahta çıkan pâdişah, yeniçerilere ulûfe denen bahşiş dağıtırmış. Günümüz tâbiriyle profesyonel asker olan ve tek gelir kaynakları askerlik olan yeniçerilerin, savaşların seyrekleştiği ve ganimetlerin azaldığı dönemlerde tek gelirleri bu ulûfeler olmuş. Sırf bu yüzden pâdişâhın değişmesini istedikleri için isyan edip, yeniçeri tâbiriyle “kazan kaldırdıkları” bile olmuş. İsyan edecek sebep bulamayınca, keyfî olarak “hoşafın yağını” bile mâzeret yapıp isyan ettikleri de rivâyetler arasındadır.
Osmanlı’nın bu sâdık askerleri, asıl vazifeleri olan savaş ve mücâdele yerine, dünya malı derdine düştükçe, savaşlar da hezimetle biter olmuş. Dünya malı, iktidar, güç derdine düşen yeniçerilerin hesâbını 1826’da Vaka-yı Hayriye ile Sultan II. Mahmud kesmiştir.
Ancak askerdeki bu iktidar hevesi o kadar güçlüdür ki, bu mikrop değil Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasıyla bitmek, 15 Temmuz’a kadar devam etmiştir. Kendisini var eden devlete ve millete hesap sormak, halka ateş açmak, devletin varlık ve bağımsızlık sembolü Meclis’i bombalamak, bu mikrobun büyütmüş olduğu en habis ur olarak karşımıza çıkmıştır.
Lâkin mikrop sâdece orduya bulaşmış değildir. Kimi askerî, kimi ilmi kimî iktisâdî, kimî edebî nice zamâne yeniçerisi, daha fazla ulûfe verecek birilerinin peşine takılma hevesinden kurtulamamaktadır.
Doymadıkları ve âhirete götüremeyecekleri dünya nimetinden biraz daha elde etmek için, yeni ulûfe hevesiyle çıkmaz yollara sapıyorlar. Aslanın geldiğini gördüğü hâlde bir tutam daha ot yeme gafletindeki av olduklarını göremiyorlar. Vâzifelerini yerine getirip hak ettiklerini helâlinden almak yerine, ulûfe gibi hazıra konmak istiyorlar.
Bu isyanvârî tavrı sergilerken de, nicedir aldıkları ulûfelere nankörlük edip kerâmeti kendilerinden zannediyorlar. Millete hizmet etmek için baş iken, nefsi isteklerini gerçekleştirmek için kuyruk olmaya râzı olup maddî ikbâllerini ön sıraya koyuyorlar. Bunu da meşhur söz olan “kendim için bir şey istiyorsam nâmerdim” tavrıyla sergiliyorlar.
Yeniçerilerin Sultan III. Selim’e yaptıkları hâinlikten sonra, III. Selim’in yerine tahta çıkan Sultan II. Mahmud’un neler yaptığını ya bilmiyorlar ya da akıllarına getirmeyecek kadar gaflet içinde olduklarını göremiyorlar. Getirmek istediklerinin göndermek istediklerini mumla aratacağını fark edemiyorlar. Hatta belki aramaya fırsatlarının bile olmadan silinip gideceklerini anlayamıyorlar.
Bu milletin devşirmelerin ulûfe merâkına pabuç bırakmayacağını kabul etmeleri gerekir. Bu topraklarda târih boyunca hesâbın ulûfe ile değil, kanla ödendiğini hatırlamaları; bilmiyorlarsa öğrenmeleri lâzım. Târihte, yeniçerilerin başına gelenlerin, kendilerinde tekerrür etmesini istemiyorlarsa, bir zamanlar yemek yedikleri kazanı kaldırıp devirmemeleri gerektiğini de kafalarına sokmaları ihmâl etmemeleri gereken bir şarttır.