Türkiye'de şehir nüfusuna baktığımızda en büyük üç ilimizde (İstanbul, Ankara, İzmir) yaşayan insan sayısı resmî rakamlara göre 25 milyonun üstündedir.
Çok değil sâdece altmış yıl önce, yâni 1960 yılında dünya nüfûsunun yüzde 33’ü şehirlerde yaşarken, günümüzde bu oran yüzde 60’ı geçmiştir. Bu oran Türkiye’de ise yüzde 32’den yüzde 75’lere gelmiştir. AB ülkelerinde şehirler lehine bu artış ise yüzde 61’den yüzde 75 olmuştur.
Kısacası kırsaldan şehirlere göç, dünya genelinde en önemli ve en belirgin nüfus hareketidir. Bu nüfus hareketliliği, ülkelerden ülkelere de yaşanmakta ve hem ekonomik hem de siyâsî anlamda uluslararası sorunlara sebep olmaktadır.
Türkiye’de şehir nüfusuna baktığımızda en büyük üç ilimizde (İstanbul, Ankara, İzmir) yaşayan insan sayısı resmî rakamlara göre 25 milyonun üstündedir. Kaba bir hesapla ülke nüfûsunun üçte biri bu üç ilimizde yaşamaktadır.
Şehir mi, yengeç sepeti mi?
Yengeç sepeti deyimini duymuşsunuzdur. Serbest hâldeyken birbirine saldırmayan yengeçler, yakalanıp bir sepetin içine konulduklarında, sepetten kurtulmak için birbirlerine saldırırlar ve içinde bulundukları sepetten kurtulamazlar. Sürekli kavga ederek hem kendilerine hem de diğer yengeçlere zarar verirler.
Şehirlerdeki âni ve plânsız nüfus artışı da, çoğu yüzlerce hatta binlerce yıllık târihî geçmişe sâhip şehirleri, içinde kavga edilen yengeç sepetlerine dönüştürmüştür. Geçen yüzyılın başında nüfûsu bir milyonun altında olan İstanbul, bugün yirmi milyona yaklaşan nüfûsu ile insanların ilk fırsatta birkaç gün için bile kırsala kaçıp nefes aldıkları bir şehir hâline gelmiştir. Bu aşırı nüfûsa, yüz yıl önceki kültürel zenginlikten mahrum olma da eklenince, İstanbul dünyânın diğer büyük şehirleri gibi âdeta bir açık hava hapishânesi hâline gelmiştir.
İster yengeç sepeti diyelim, ister açık hava hapishânesi diyelim, artık İstanbul gibi şehirler, yaşamak için çalışılan değil, çalışmak için yaşanan veya yaşamak zorunda kalınan yerler hâline gelmiştir. Patlama noktasına gelmiş olan bu şehirler, yaşayanları yormaktadır. Bu durum, en kısa benzetmeyle “astarı yüzünden pahalıya gelmek” diye anlatılabilir. Daha iyi, daha rahat, daha “modern” bir hayat yaşamak için; modern hayâtın imkânlarından yararlanmak, daha iyi eğitim, daha iyi sağlık hizmeti almak ve sanat faaliyetlerine yakın olabilmek için gelinen büyük şehirlerin olumsuz tarafları, olumlu şartları yaşamak isteyen insanları yormaktadır. Ama şu önemli ayrıntı gözden kaçmamalıdır ki, şehirler canlı varlıklar değildir. Onları yaşanmaz ve insanları yoran yerler hâline getiren de yine insanlardır. İnsanlar, câzibesine kapılıp geldikleri şehirleri, âdeta sömürerek o câzibe unsurlarını yok etmektedir.
Kozmopolden, megapole
Yazının başlığında “şehir” kelimesi yerine “megapol” kelimesini kullanmamın özel bir sebebi var. “Şehir” insanı yoran bir yerleşim merkezi değildir. Aksine insanı koruyan, rahatlatan, geliştiren, kültürel olarak zenginleştiren bir yerdir. Bu özelliğini de düzenli bir yerleşim alanı olmaktan alır. Yunanca kökenli “kozmos” kelimesi “düzen” anlamına gelir ve “kaos” kelimesinin zıt anlamlısıdır. Uzayın “kozmos” olarak tanımlanması da, kâinatın bir düzen içinde olduğunu anlatmak içindir. Makyaj malzemelerinin genel ismi olan “kozmatik” kelimesi de aynı kökten gelir.
Farklı kültürden, farklı inanç sistemlerine mensup insanların barış ve huzur içinde yaşadığı şehirler, kozmopol olarak adlandırılır. Bu şehirlerdeki sosyal hayat ise “kozmopolit” hayattır. İnsanlar, düzen içinde varlıklarını sürdürür ve farklılıklar içinde renkli bir hayat yaşarlar. Bu hayat insanları, yaşarken değil yormak, daha da dinlendirir; enerjik yapar. Kendilerine zaman ayırma, sanat faaliyetlerine katılma, hobi sâhibi olma fırsatı ve zamânı bulurlar. Kısaca “insanca” yaşarlar.
Oysa bu özelliğini kaybeden şehirler, devâsa nüfus yapıları ve ezici nüfus yoğunluklarıyla önce birer “metropol” sonra da birer “megapol” hâline gelmişlerdir.
Nerede “Aziz” İstanbul?
Dünyânın en güzel şehri kabul edilen ve Napolyon tarafından “Dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” sözüyle övülen İstanbul, maalesef sosyal anlamda artık nefes alınamaz hâle gelmiştir. Bir yerden bir yere gitmek özel otomobille bile eziyet ve hatta işkence gibidir. Birçok İstanbullu maalesef üç-beş kilometrelik bir mesâfeyi gitmek için dakikalarca hatta saatlerce trafikte zaman kaybetmektedir.
Trafikte kural ihlâli yapıp emniyet şeridi kullananlar, piknik alanlarını açık hava tuvaleti gibi bırakanlar, elimdeki çöpü kutuya atmaya üşenip yolun ortasına atanlar, aracını istediği yere park edip trafiği tıkayanlar, önce kaçak inşa edip sonra imar affında ruhsat aldığı ilâve kat ile komşusunun güneşini kesenler, okul ve hastanelerin önünden bile arabalarından yüksek sesle müzik açarak geçenler, toplu taşıma araçlarını özel araçları gibi kullanmaya kalkıp inip binerken keyfine göre hareket edenler, en ufak yeşillik bir alanı potansiyel şantiye alanı görenler yüzünden, Yahya Kemâl’in “Aziz İstanbul” dediği bu güzelim şehir ve benzeri birçok şehir birer gayya çukuruna dönüşmüş durumdadır.
Kaçış çözüm mü?
İstanbul ve benzer durumdaki şehirlerin boğuculuğundan ve yoruculuğundan kaçanların sayısı bir hayli yüksektir. Maddî imkânı olup sâhil kasabalarına yerleşenlerin birçoğunun gelir kaynağı ise hâlâ İstanbul’daki mülklerinden aldıkları kira gelirleridir. Yâni onların İstanbul’dan kaçmaları, İstanbul’daki nüfus yoğunluğu azaltmamış, sâdece onlar kendilerini kurtarmışlardır. Zâten şehirleri yorucu hâle getiren de insanların toplumsal hayâtı değil, bencilce kendi keyiflerini düşünmeleridir.
İstanbul’dan kaçmak çözüm değil, çünkü kaçanlar gittikleri yerleri de İstanbul gibi yapmaktadırlar. Oralar da kısa süre içinde yorucu yerleşim yerleri hâline gelmektedir. Bunun en bâriz örneği, Bodrum’dur. “Bodrum’a artık gidilmez” sözü durup dururken çıkmamıştır. Seneler önce İstanbul’dan kaçarcasına gidip Bodrum’a yerleşenler, artık Bodrum’dan başka yerlere kaçmaktadır.
Megapol hâline getirdiğimiz şehirlerde yakalandığımız hastalıklardan, yine megapollerde açılan hastanelerde kurtulmaya çalışmak, tam bir akıl tutulmasıdır. Kaçarak bulmaya çalıştığımız çözüm, aslında şehirleri bu hâle getiren bizlerin kendi içindedir. Bu çözümü dışarı çıkarmadığımız sürece, kaçıp gittiğimiz her yere, yorgunluklarımızın tohumlarını da götürmüş oluyoruz.