Bu yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde değindiğim gibi din, eğitim, siyâset, ekonomi ve zaman konularının olduğu gibi bilimin de fazlası yarardan çok zarar getiriyor.
Her şeyin fazlası zarardır, sözü yerli yerinde bir sözdür. İnsanlar, hayvanlar ve bitkiler dâhil olmak üzere tüm canlıların temel hayat kaynağı olan su bile fazla tüketildiğinde zararlı olabiliyor.
Bu yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde değindiğim gibi din, eğitim, siyâset, ekonomi ve zaman konularının olduğu gibi bilimin de fazlası yarardan çok zarar getiriyor. Dengesizce, ayarsızca, abartarak her şeyi “bilimsel” yapmak bu zarârın başlıca sebebini oluşturmaktadır. Yâni zararlı olan bilimin kendisi değil, her şeyde olduğu gibi, bilimin insan tarafından kullanılma şeklidir. Buna kısaca “bilimcilik” diyebiliriz. Ortaça’da Hristiyan ruhban sınıfının oluşturduğu engizisyon karanlığından kurtulma çabaları sonucu gelişen “bilimsel bakış”, maalesef daha sonra muhalifi olduğu engizisyondan farksız hâle gelmiş ve “bilim ruhbanlığı” ortaya çıkmıştır.
Bilimi ideolojik kullanmak
Bilimcilik (İngilizce meraklıları için söylersek “scientism) bilimin ideolojik bir aygıt ve araç olarak kullanılmasıdır. Elbette bilimin saf olarak kendisi bir amaç olmadığı için, bilim bir araçtır. Ama bu aracın ideolojik emellere âlet edilmesi bizi bilim yorgunu yapmaktadır. Âdeta elimiz ayağımız bilimcilik ve bilimciler tarafından bağlanmaktadır.
Cemil Meriç’in ifâdesiyle “aklımıza giydirilen deli gömlekleri” olan ideolojiler, kişisel seviyede kalırsa kişinin hayâtına anlam katmasına katkı sunabilir. Ancak sâdece kendisine âit bir ideoloji geliştirmek ve bunu kendisi için kullanmak çok az insana nasip olmuştur. O ideolojiler onlardan sonrakiler tarafından çoğu zaman mecrâsından çıkartılmış ve bağlamından koparılmıştır. Karl Marx’a atfedilen “Marksizim buysa, ben Marksist değilim” sözü bu durumu özetlemektedir. Karl Marx’ın bu sözü, görüşlerinin Fransız siyâset bilimci ve anarşist olan Paul Lafargue tarafından çarpıtıldığını öğrendiğinde söylediği iddia edilir.
Teorik seviyede gelmiş geçmiş en güçlü felsefî altyapı sâhip düşünce sistemlerinden biri olan Marksizm’in bile, daha kurucusu hayattayken başkaları tarafından çarpıtılması, bilimin de aynı kaderi paylaşabileceğine ve paylaştığına delildir.
Benzer bir yorumu “Kemalizm” için de yapabiliriz. Millî Mücâdele sırasında Avrupa basını tarafından Mustafa Kemal Paşa’nın destekçileri için kullanılan “Kemalist” kelimesi, daha sonra ve özellikle Atatürk’ün ölümünde sonra âdeta bir Ortaçağ engizisyon aracı gibi kullanılır olmuştur.
“Benim fikirlerimle bilim arasında kalırsanız, benim fikirleri değil bilimi tercih edin” diyen Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet için “fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür” nesiller gerektiği söylememiş gibi, bu hür düşünce ortamı, “Atatürkçü geçinen” ve “Atatürk’ten geçinen” Kemalistler eliyle sâdece “kendileri gibi” düşünenlerin girebildiği bir ortama dönüşmüştür.
Tartışmaya kapalı “bilim”
Bilimin ve bilim insanın en temel özelliği “şüpheci” davranmaktır. Ulaşılan sonucun daha ilerisinde başka sonuçlar olduğunu, aynı sebebin aynı sonucu doğurma garantisi olmadığı, ulaşılan seviyede takılı takmamak gerektiği bilimsel bakış açısının içeriğini oluşturur. Ancak bir tarafta böyle “hür” ve “özgür” bir içerik varken, bilimi her zaman bir adım öteye ve ileriye götürme aracı olmaktan çıkarıp varılan noktayı Tanrı kelâmı olarak sunmak, bilim değil, bilimciliktir. Bilimcilik de, bilim menfaatkârlığıdır ve gerçeği değil menfaatini savunur.
Bilim uçmaz, “bilimci” uçurur
“Şeyh uçmaz, mürid uçurur” diye bir söz vardır. Maalesef aynı tavır “bilimci tayfa”da da vardır. Bu bilimci tayfa, günde üç öğün yemek yer gibi, hatta Müslümanların günde beş vakit namaz kılmaları gibi, bilimle yatıp bilimle kalkarlar. Hele bu tayfaya bir de Kemalistlik bulaşmışsa, bir de sloganları vardır: “Hayatta en hakiki mürşid, ilimdir.” Mustafa Kemal Atatürk eğer diğer sözleri gibi bunun da yanlış anlaşılacağını ve suiistimâl edileceğini bilseydi, bu sözü her halde biraz detaylandırarak söylerdi ki, oraya buraya çekilmesin.
Mihengi noktası “sorgulama”, “şüphe” olan; bir başka ihtimâle, bir başka açıklamaya ve yoruma her zaman açık olan bilimsel bakış, bilimcilerin elinde âdeta bir engizisyon kılıcı hâline gelmiştir. Bilim, ete kemiğe bürünüp bir insan gibi karşımıza çıksa ve “bilim adına” yapılanları, “bilim adına” söylenenleri ve söyletilmeyenleri görse ve duysa herhâlde çılgına dönerdi. “Ben bu değilim. Beni yanlış anlamışsınız, yanlış tanımışsınız” diye bağırırdı.
Maalesef bilimin kendisini böyle savunması mümkün değildir. Zâten bilimi icad eden de, suiistimâl eden de insanlar. Dahası bu suiistimalden mağdur olanlar da insanlar ve maalesef dünyâyı paylaştığımız mâsum diğer canlılar. “Bilimcilik” kisvesine bürünüp dünyâyı ne hâle getirdiğimiz ortada; onu yaşanmaz hâle getirdik. “En hakiki mürşid” yâni yol gösterici olduğundan şüphe edemeyeceğimiz bilim, yanlış kullanılarak dünyâdaki canlı hayâtının geleceğini tehdit eden ve karartan bir sebep hâline gelmiş ve getirilmiştir.
Hem suçlu hem de yorucu
Bilim bu hâliyle hem suçludur hem de yorgunluğumuzu arttırmaktadır. Dolayısıyla değil diğer canlı türlerinin yaşam hakkını, kendi soyunun yaşam hakkını bile yok sayan “bilimci tayfa”, hem yerel hem ulusal hem de uluslararası sosyal hayâta, “bilimsel doğrular” ile müdahale ederek, elimizi kolumuzu bağlamaktadır. Her adım için bilimden icâzet alınması ama bunun kendilerinin kontrol ettiği bilim ile yapılması için kayıtsız şartsız zor kullananlar yüzünden bilim yorgunu hâline gelmiş durumdayız.
Ne yazık ki, bu bilimciler bu yorgunluğu inkâr etmemekte ve bu yorgunluğun yine kendilerinin göstereceği yollarla giderileceğini savunmaktadır. Ne kadar dinlenirsek dinlenelim kurtulamadığımız bu yorgunluğu vitamin haplarıyla gidermemiz için reklamlar yapıyor. Yorgunluğumuzun rûhî taraflarını da, gidip gelmesi daha yorucu olan, hafta sonu tâtil programları, yoga ve arınma kampları ile atacağımıza inandırmak için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.
Oysa…
Evet oysa, birileri kantarın topuzunu kaçırmasaydı ve dengeyi bozmasaydı ne güzel olurdu. Her şey gibi bilim de kendi mecrâsında bırakılsaydı ve bir nehir gibi kendi yatağında aksaydı. Çok zor değildi, bilinmeyen bir şey değildi hem de hiç. Yüzyıllar öncesinden Fûzûli’ye kulak verebilselerdi:
Aşk imiş her ne var âlemde / İlim bir kil ü kâl imiş ancak.
Fûzûlî’nin ilim dediğine bilim dersek anlarız bilimin yerini ve işlevini. Fazla abartırsak bilimin dedikodu olup bizi yorduğunu anlamak zor olmazdı.