Cuma günü lise diploması alan çocuklarımız diploma sevinci yaşayamadan sanki zorunluymuş gibi üniversite sınavı stresiyle mücâdele etmek zorunda kalıyorlar.
Bugün üniversite sınavları yapılıyor. Geçen cuma günü de 2021-2022 eğitim-öğretim yılı bitti. On iki yıllık zorunlu eğitime (4+4+4) tâbi olan yaklaşık on sekiz milyon öğrenci yaz tâtiline girdi. Dile kolay, on sekiz milyon kişiden bahsediyoruz. Bu sayı, birçok Avrupa ülkesinin – mesela Yunanistan – toplam nüfûsundan fazla. Türkiye’nin nüfûsunun da yaklaşık yüzde 21’ini oluşturuyor.
28 Şubat sürecinde imam-hatip okullarının ortaokul kısımlarını kapatmak için oynanan “8 yıllık zorunlu eğitim” tiyatrosu, bu süreç “1000 yıl” geçmeden bittiğinde imam-hatiplerin orta kısımlarının tekrar ve misliyle açılmasıyla sonuçlanmıştı. Ama 28 Şubat’ta oynanan birçok oyun gibi bunun da kalıcı etkileri oldu. Mesela imam-hatiplerin orta kısımlarının açılması pahasına zorunlu eğitim sekiz yıldan on iki yıla çıkarıldı. Bu, kısaca “Biz eğitime karşı değiliz hatta daha fazlasını istiyoruz” demenin başka bir şekliydi.
İmam-hatiplere vurulan darbeden meslek liseleri de etkilenmişti. Sonuçlarını hâlâ gördüğümüz “ara eleman” sıkıntısının temelleri atılmıştı. İmam-hatip sorunu çözüldü ama ara eleman sorunu hâlâ çözülmedi ve çözülecek gibi de gözükmüyor.
Cuma günü lise diploması alan çocuklarımız diploma sevinci yaşayamadan sanki zorunluymuş gibi üniversite sınavı stresiyle mücâdele etmek zorunda kalıyorlar. Ramazan ayında televizyon programlarında sorulan “orucu neler bozar?” sorusu gibi, üniversite sınavından birkaç gün önce “sınav stresi ile nasıl baş edilir?” soruları bu sene de soruldu. İnşallah cevaplar yararlı olmuştur.
Üniversite sınavına yaklaşık iki milyon kişi giriyor. Ülkemizdeki üniversite kontenjanı sınava giren sayısıyla hemen hemen aynı. Yâni teorik açıdan herkes üniversite kazanabiliyor. Geçen sene kaldırılan baraj ile bu sene üniversite “kazanan” kişi sayısı daha da artacak. Ama ya sonra?
Neredeyse sâdece beş on tâne net yapan, sıralaması bir milyonun üstünde olanlar da üniversiteye kayıt yaptıracak, üniversite öğrenci kimliği alacak, (isterse) derslere girecek ve (isterse) dersleri dinleyecek, sınavlara girecek ve biraz gayret ederse dört yıl sonra “üniversite mezunu” olacak. Şansı varsa iş bulacak. Olumsuz açıdan bakarsak “üniversiteli işsiz ordusu”na katılacak. Üniversiteyken “öğrenci” gibi davranmayanlar, üniversiteyi bitirince “mezun” olmanın karşılığını alamayınca hükûmeti suçlayıp teselli olacak.
Şu anki eğitim sistemimizde resmî olarak “12 yıl zorunlu eğitim” uygulaması var. Ama yazılı olmayan uygulamaya baktığımızda “16 yıl zorunlu eğitim”. Çünkü devletin zorunlu tuttuğu on iki yıl eğitimin sonunda elde edilen “lise diploması” artık pek bir anlam ifâde etmiyor. Yazılı olmayan sözlü kültür gibi, ülkemizdeki “eğitim kültürü” açısından hiç okula gitmemek – ki bu kanûnen mümkün değil – üniversiteye gitmemek arasında pek bir fark yok. Lise okuyan öğrencilere “Liseyi bitirince ne olacaksın?” diye bir soru sorulmuyor. Bunun yerine “Hangi fakülte ya da bölümde okumak istiyorsun?” gibi sorular soruluyor. “Açıkta kalmamak” için tercih edilip “kazanılan” fakülte ve bölümler ise “istenen” bir başarı olarak görülmüyor.
Bir çocuğu anne ve babasının hiçbir müdahalesinin olamadığı bir müfredâta tâbi tutup hayâtının en hareketli döneminde fizikî şartları pek de ideal olmayan mekânlarda (okul ve sınıf) on iki yıl tutup, sonra da “sınıfta kalmanın olmadığı” bir süreç sonrası “herkes başarılı” deyip liseden mezun etmek, aslında “Bir dört yıl da üniversitede takılın bâri; sonrası Allah kerim” demenin pedagojik olarak karşılığının ne olduğunu üniversitelerimizde görüyoruz.
MEB’ten YÖK’e
On iki yıllık sürecin sonrasında başlayan dört yıllık süreçte sorumluluk Millî Eğitim Bakanlığı’ndan YÖK’e geçmektedir. İşin içine “şehir dışında okuma” isteği de girince, on iki yıllık zorunlu eğitime “üniversite okumak” için katlanma gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
“Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” sorusuna “Ben büyüyene kadar çok şey değişir” cevâbını veren bir nesille karşı karşıyayız. Bu belirsizlik hızına yetişemediğimiz teknolojinin kaçınılmaz sonucu iken, esas sorun “On iki okudum da ne oldu ki, bir dört yıl da okuyayım!” dedirten belirsizlik esas endişe etmemiz gereken konudur.
Kimisi “Benim çocuğum üniversitede okuyor” deyip hava atmak derdinde olan anne ve babalar yüzünden zorla üniversite okurken, kimisi de “Zâten on iki yıl okula gitmenin amacı üniversiteye girmek” diye düşündüğü için okumaktadır.
Kısacası, kanûnen on iki yıllık zorunlu eğitimin olduğu ülkemizde, aslında zorunlu eğitim on altı yıldır. Ama bu zorunluluk yerine getirilince elimize ne geçeceği sorusunun tatmin edici bir cevâbı maalesef yoktur.