Öncelikle şunu söylememiz gerekir: Yirminci yüzyıl insanlığın çılgınlaştığı, binyıllar boyunca insanlığın muhayyilesinde oluşmuş ortak erdemlerin "gericilik" diye çöpe atıldığı, erdemlerin yerine yozlaşmanın yaygınlaştığı, Freud'un tabiriyle insanın "id", yani en ilkel, hayvani içgüdülerinin emrine amade edildiği bir yüzyıldı.

Cuma günkü yazımı şu sorularla bitirmiştim: “Şehvet – şöhret – servet üçgenine esir olmuş bir insanlıktan kendi erdemlerini ve soyluluğunu yücelten bir insanlığa geçebilmek bu kadar zor mudur? İnsanın doğa ile, insanın Tanrı ile ve insanın insan ile ilişkisini yeniden rayına yerleştirebilmek mümkün müdür? İnsanın yeniden el emeği ve göz nurunu, üretim ahlâkını öne çıkaran bir sisteme ihtiyacı olduğunu söylemek bu kadar zor mu?” Cevabı bugün ve cuma günü vermeye çalışacağım.

Öncelikle şunu söylememiz gerekir: Yirminci yüzyıl insanlığın çılgınlaştığı, binyıllar boyunca insanlığın muhayyilesinde oluşmuş ortak erdemlerin “gericilik” diye çöpe atıldığı, erdemlerin yerine yozlaşmanın yaygınlaştığı, Freud’un tabiriyle insanın “id”, yani en ilkel, hayvani içgüdülerinin emrine amade edildiği bir yüzyıldı. Yirminci yüzyıl maddi açıdan insanlığa daha önce olmadığı derecede refah sağlamıştır. Mutlak olarak en fakirinden en zenginine yaşam standartları daha önceki yüzyıllara oranla yükselmiştir. Bu sanayi kapitalizminin ve dolayısıyla batı uygarlığının başarısıdır. Ancak, sanayi kapitalizmi ve onun dayandığı batı uygarlığı insanlığın bin yıllar içinde oluşturduğu temel değerlerin de köküne kibrit suyu ekmiştir. Öyle ki, Batı uygarlığı kendi şahsına münhasır erdemleri bile imha etmiştir, kendi köklerine ihanet etmiştir.

Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği biterken, bir taraftan teknolojik gelişmenin yol açtığı müthiş süratli bir ilerleme bulunurken, aynı zamanda, insanlığı üzerinde yaşadığı gezegen ve canlı türleri ile birlikte yok oluşa götürecek bir süreç de hızlanmaktadır. Şu an içinde bulunduğumuz koronavirüs salgını ile aslında bu düzenin ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıkmıştır. Eğer sistem çökerse, bütün insanlık büyük bir enkazın altında kalacaktır. Doğru olan çürümüş yapının kontrollü bir şekilde yıkılıp yerine daha sağlam bir yapının inşa edilmesidir. Eğer enkaz altında kalırsak, karşımıza birbirinden beter iki alternatif senaryo çıkacaktır.

NEO-FAŞİZM İLE NEO-STALİNİZM ARASINDA: KIRK KATIR MI, KIRK SATIR MI?

Enkazın çökmesi ile kastımız mevcut iktisadi, finansal ve siyasi yapının çökmesidir. Bu da önceki iki yazıda ele aldığım muhtemel ikinci Büyük Buhran yolu ile olacaktır. Böyle bir çöküş, elbette ki mevcut sistemden daha insani bir sistem kurulmazsa, mevcut sistemin egemenlerini çok etkilemeyecektir. Böyle bir durumda karşımızda birbirinden beter iki alternatif durmaktadır.

Alternatiiflerden birincisi başını Kasabanın Şerifi Trump ve İngiliz Başbakanı Çankırılı Boris’in çektiği benim de “katılımcı demokrasi” diye tanımladığım neo-faşist popülist iktidarlardır. Bu aslında, mevcut küresel oligarşinin ulusal boyutta yeniden kurulmasıdır. Bu demokrasiler zengin ve bencil kimseler için bir “demokrasi” olacaktır. Büyük kapitalist firmaların kârlarını arttıracağı, geniş emekçi yığınlarının daha fazla sömürüleceği, kölelik boyutunda çalışma standartlarının geçerli olacağı ve geniş emekçi yığınlarının politikacı diye bilinen şaklabanlar tarafından ucuz ve kaba milliyetçi sloganlarla güdüleceği bir sistem olacak. Bugün neden şikâyet ediyorsak o katlanarak ve eline ileri teknoloji gücünü de alarak devam edecektir. Ancak bir farkla: Her hâl-ü-kârda küreselleşme gittikçe zayıflayacak ancak oligarşiler küreselden ziyade ulusala evrilecektir. Sistem de, tepeden bu neo-faşist popülist siyasetçiler tarafından sevk ve idare edilecektir. Burada sistemin itici gücü ve popülist siyaset şaklabanlarını destekleyen finans ve sanayi kartelleri olacaktır.

Öte yandan sistem çöker ve altında büyük karteller kalırsa, hepimizin yirminci yüzyıldan hatırladığı Sovyet Stalinizmi benzeri yapılar da ortaya çıkabilir. Tekrar ediyorum her hâl-ü-kârda küreselleşme gittikçe zayıflayacaktır. Her biri sahte bir halkçılık adına tek parti rejimlerinin hâkim olduğu, her şeyin merkezi bürokrasiler tarafından idare edildiği, sıradan vatandaşların gölgesinden bile korktuğu, tek sesliliğin ve Rejimle Lidere mutlak itaatin en önemli erdem olarak tanımlandığı bir dünya düzeni. Okuyanlarınız bilir, Orwell’in 1984 romanında anlattığı tam da bu dünyadır. Aslında bugün başını Çin lideri Xi Jinping’in çektiği Putin, Orban, Moduro ve benzeri liderlerin hükmettiği ve benim de “ileri demokrasi” olarak tanımladığım rejimlerden oluşan bir dünya.

Her iki alternatif de, bitmez tükenmez savaşlara, sefalete, köleliğe ve yıkıma gidecektir. Tercihiniz nedir? Kırk katır mı, kırk satır mı?

MEDENİYETSİZLİĞİN ÜÇ TEMEL GÖSTERGESİ: BİREYCİLİK, REKABET VE KİBİR

Bizim felaketimizi getirecek olan bu iki alternatif de aslında batı uygarlığının yozlaşmış ve amorf bir uzantısının ve yirminci yüzyıldan kalan kötü mirasın sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu kötü miras üç temel kavramla özetlenebilir: Bireycilik, rekabet ve kibir…

Yıkılacağı belli olan iktisadi, siyasi ve sosyal yapının temelinde bireycilik vardır. Bu kavram insan bireylerinin içine doğduğu kültürel ve sosyal ortamdan bağımsız olarak sadece kendi maddi çıkarlarını en yükseğe çıkarması gerektiğini savunur. Aile değerleri, toplumsal değer ve normlar ve benzeri bir milletin kimliğini tanımlayan bütün kavramlar insan özgürlüğünü kısıtlayan birer pranga olarak görülür. Bireyciliğin en hızlı ve en tehlikeli şekilde bütün dünyada yaygınlaşmasını özellikle 1980’lerden sonra hepimiz yaşayarak öğrendik.

Bireyciliğin olmazsa olmaz şartı rekabettir. Toplum içinde itibar, şöhret ve servet edinmenin yolu rakiplerinden daha iyi olduğunu gösterdiğiniz yarışmalara kazanmaktadır. Bu yolla başarılı, verimli ve üretken olan bireyler servet ve şöhrete kavuşur. Başarısızlar elenir. Burada bireyleri başarısızlığa iten, başarılı olmasını etkileyen fırsat eşitsizliği, başarılı olmak için gerekli koşulları sağlayan imkânların sadece bir kısım ailelerin elinde olması, rekabetin adil olup olmadığı gibi durumlar ele alınmaz. Mevcut sistemi bütün çarpıklığıyla kabul edip, bu sistemin yarışmasında galip gelmeye çalışmak telkin edilir. Eğer birey başarısız olursa, onu başarısız kılan sebepler sorgulanmayacak ve başarısız sayılıp bir kenara itilecektir. Bu rekabet eşitsiz ve adaletsiz bir rekabettir.

Bireysel çıkarını en yüksek seviyeye ulaştırmak isteyen bireyler rekabette başarılı olduklarında bir üstünlük vehmine kapılırlar. Bu zamanla toplumun servet ve şöhret sahibi kitlesini içine alan bir grup psikolojisine dönüşür: Bütün topluluğu kaplayan bir üstünlük kompleksi. Buna bizim geleneğimizde “kibir” adı verilir ve Şeytan’ın en önemli hasleti olarak adlandırılır.

Hülasa bu sistemi savunanlar bireyci bir toplumda serbest rekabet yoluyla ilerlemenin ve medeniyetin gelişeceğini söylerler. Hâlbuki insanlık tarihi bunu reddeder hatta tarihçilerin verileri medeniyetin bu kavramların tam tersiyle gelişebildiğini söyler: Ortaklaşacılık, dayanışma ve tevazu…

Sonrası Cumaya kalsın…