ARZUHAN DOĞAN YALÇINDAĞ, NEDEN AĞLADI?

Alican DEĞER 12 Nis 2016

Alican DEĞER
Tüm Yazıları
Hafızam beni yanıltmıyorsa Tv yöneticisi olduğum dönemde iki kez Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın (O zamanlar Başbakan'dı) ABD ziyaretini takip ettim.

Hafızam beni yanıltmıyorsa Tv yöneticisi olduğum dönemde iki kez Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (O zamanlar Başbakan’dı) ABD ziyaretini takip ettim. Bütün programlar öyle iyi organize edilir, uc uca eklenir ki,  herkesin başı döner. Gece yatağa girdiğinizde ayaklarınızı koyacak yer bulamazsınız. Üstelik haber atlamak da çok kolaydır. Çünkü bulunduğunuz ortam sizin doğal çevreniz değildir. Stresli bir iştir anlayacağınız. Yayıncılar bu tür gezilere üst düzeyde katılımlar gerçekleştirmeye gayret eder. Bu bir anlamda, “Bakın size ne kadar  önem veriyoruz” mesajıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Amerika gezisi benim izlediklerimden de daha yoğundu görünen. Tüm o yoğun programa bir de Türk Amerikan Kültür ve Medeniyet Merkezi’nin açılışı eklenmişti. İşte bu açılışta belki de tüm gezinin en “Duygusal” olayı gerçekleşti. Azeri - Ermeni çatışmaların gündemde olduğu, 12 Azeri askerin şehit olduğu haberleri geldiği ortamda Azeri ANS Tv muhabiri Ganire Ataşova, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a değerlendirmelerini sorarken gözyaşlarını tutamamıştı. Bu son derece duygusal ve insani bir tepki idi. Ataşova, kendisinin de bir anne olduğunu, kendisini şehit olan askerlerin annelerinin yerine koyunca gözyaşlarına hakim olamadığını anlattı daha sonra. Bu olay yaşandıktan bir kaç dakika sonra Merkezin açılışında bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan,  “Ermenistan-Azerbaycan sınırında çatışmalar ciddi manada sürüyor ve bu çatışmalarda her iki tarafda ciddi zayiat veriyor. Az önce bir Azeri televizyonu önümü kesti. Onun gözlerinde gözyaşı gördüm, acaba bizim ülkemizdeki medyanın gözlerinde de bu gözyaşını görebilecek miyiz?” ifadesini kullanmıştı. Buraya kadar zaten bildiğiniz, okuduğunuz haberler. Şimdi okumadığınız kısma gelirsek: Bu açılışa Doğan Grubu’nun en üst düzey iki yöneticisi de katılmıştı.  Aydın Doğan’ın kızı Arzuhan Doğan Yalçındağ ve eşi  bütün Grubun başındaki isim Mehmet Ali Yalçındağ. Cumhurbaşkanı, “ Acaba bizim ülkemizdeki medyanın gözlerinde de bu gözyaşını görebilecek miyiz?” dediği anda dinleyici kalabalığın arka taraflarından, Aydın Doğan aleyhine sloganlar yükseliverdi. Yükselen sloganlar bir süre devam etti. Yalçındağ çifti de aynı kalabalığın içindeydi. Böylesi bir ortamda Arzuhan Hanım, babasının aleyhine olan bu sloganları duyunca birden gözyaşlarına hakim olamadı. Ağlamaya başladı. Durumu farkeden eşi Mehmet Ali Bey, müdahale etti. Eşinin koluna girerek kalabalıktan uzaklaştırdı. Daha sakin bir ortamda kendini toparlamasına yardım etti. İşte bu da Amerika gezisinin hiç bir yerinde okumadığınız kısmıydı.

“Bürokratik İmparatorluk”

Size “İşte burası benim ülkem” dedirtecek bir Türkiye gerçeği anlatacağım. Türkiye, Osmanlıdan devralınan, belki onun da Bizans’dan devraldığı bir “Bürokrasi İmparatorluğu” En basit olayda bile vatandaşın karşısına çıkan bürokratik duvarlar, hep ama hep devletin lehine bir sonuç alınacak şekilde dizayn edilmiş. Bürokratlar adeta yaptıklarının sadece bir “İş” olduğunu unutuyor. İstanbul gibi bir kentte vatandaşı oradan oraya “Süründürmenin”  normal olduğunu düşünüyor. Vatandaş bu durumdan yakınınca “Mevzuat” böyle cevabı veriyorlar. Ama bu “Mevzuat Bey” her kimse biri şunun elini ayağını bir tutsun çünkü hep bizim aleyhimize çalışıyor. Diyelim ki  kullandığınız araca ceza kesilmiş. Bir baktınız aynı anda aynı makbuz numarası ile 7 ayrı ceza kesilmiş. Yaklaşık 500 lira. Ne yaparsınız? İtiraz edersiniz. Dava açarsınız. Bunun için İstanbul’un bu trafiğinde bir adliyeye gider, sıraya girer itiraz dilekçenizi verirsiniz. Sonra ne olur? Tabii ki beklersiniz. Beklersiniz….. Bu arada aracınızın periyodik muayenesi gelmiştir. Yaptırmaya gidersiniz. Alacağınız cevap belli “ Plakaya ceza görünüyor, yapamayız” Durum anlatmaya çalışırsınız, anlamazlar. Sizi Vergi dairesine yollarlar. Gidersiniz. Orada sıraya girer, başı zaten kalabalık bir memura derdinizi söylersiniz. “Dava açtım” dersiniz. Vergi memuru da “Borcunuzu ödeyin” der, başka birşey demez. Lafın arasında sizi adliyeye yönlendirir. Kalkar yine adliyeye gidersiniz. Vergi dairesindeki gibi başı çok kalabalık bir katibe arada derede durumu anlatmaya çalışırsınız. Dava açtığınıza dair bir belge istersiniz. Allah’tan anlayışlı çıkar, bir kağıda durumu yazar, kaşeler, imzalar. Bu kağıdı alıp, tekrar vergi dairesine dönersiniz. Sizle daha önce ilgilenen memurun başı daha da kalabalıklaşmıştır. Ama bir şekilde sizi hatırlar. Kağıdı eline verirsiniz. Okur, kafasını kaşır. “Bu benim işime yaramaz ki” deyiverir. Zaten gün bitmiştir. Yorgun argın evinize dönerken, trafik çevirmesine takılırsınız. Muayenenizin gününün geçtiği ortaya çıkar. Para cezası yersiniz. Trafik polisi uyarır, “Bir hafta içinde yapılmazsa aracınız bağlanır” Ertesi gün, tüm işinizi gücünüzü bırakır, yukarıda anlattığım olaylar dizisini bir kez daha yaşarsınız. Sonuç yine aynı olur. Bu arada verilen bir haftalık süre de dolar. Çaresiz, gider tüm cezayı ödersiniz. Sonra periyodik muayene vs. Bu arada açtığınız davanın sonucunu beklersiniz… Beklersiniz….

Düşmanın da “Şereflisi” lazım 

Beni en çok arkadan saldırılar ile yapılan suikastler irite ediyor. Suikast zaten alçakça birşey, bu sanki üzerine tüy dikilmiş hali. Yolda yürüyen bir kişinin arkasından yaklaşıp onu öldürmek. Bunu bir dava uğruna yaptıklarını söyleyenler için ne kadar alçaltıcı bir durum. Ama zaten bir pislik çukurunun içinde oldukları için “Alçak” gibi bir zaviye onları ilgilendirmiyordur. Son olarak bir Suriyeli gazeteci Gaziantep’de ensesinden vurularak öldürüldü. Güvenlik kamerasında açıkça görülüyor. Saldırgan koşarak geliyor. Ensesine  kurşun sıkıyor ve kaçıyor. Bu maalesef bu topraklarda görmeye alışık olduğumuz bir görüntü. 90’lı yıllarda Hizbullah tarafından satır kullanılarak yapılıyordu, sonraları PKK’nın uyguladığı bir yöntem oldu. Kimi zaman Türkiye’ye sığınan muhalif Çeçen liderler de böyle kurban edildi. Şimdilerde ise Suriye kökenli şiddetin kullandığı bir hareket tarzı oldu. Ne diyeyim, “Allah düşmanın da şereflisini versin”