Pazartesi günkü yazımda temel olarak sürdürülebilir bir büyüme sağlanması için mevcut halde özel sektör makine ve teçhizat yatırımlarının artması gerektiğini ve buradaki düşüş trendinin bir numaralı sebebinin özel sektördeki çarpık yapı olduğunu söylemiştim.

Pazartesi günkü yazımda temel olarak sürdürülebilir bir büyüme sağlanması için mevcut halde özel sektör makine ve teçhizat yatırımlarının artması gerektiğini ve buradaki düşüş trendinin bir numaralı sebebinin özel sektördeki çarpık yapı olduğunu söylemiştim. Bugün bu çarpık yapının tarihi sebepleri ve bu yapıdan kurtulmak için gerekli politikalardan bahsedeceğim. Önce 20’inci asırdan beri Türk Sağı’nın klişesi olan “Devletçilik komünizmdir!” anlayışının yarattığı sonuçları irdeleyelim.

TÜRKİYE’DE SAĞ İKTİDARLARIN EKONOMİ POLİTİĞİNİN ELEŞTİRİSİ

30 küsur seneden beri Türkiye’yi yöneten sağ iktidarların ortak politikası kamu firmalarının haraç mezat özelleştirilmesi ve dış finansmana sınırsız ve denetimsiz bir şekilde açılmak olmuştur. Bunda payı olanların önde gelenleri, siyasetçilerin etrafında yerleşmiş bir kısım Türkçe’yi Amerikan aksanıyla konuşan “çağdaş ve özgürlükçü liberalizmden yana” akademisyen, piyasada iş takip eden fırsatçı profesyoneller, partiye destek çıkan rantiyeler ve elbette –kambersiz düğün olmaz- müttefikimiz ABD’nin temsilcileridir. Milletin vergilerinden toplanarak sabırla inşa edilmiş birçok KİT hem cumhuriyet hükümetinin ekonomi üzerindeki politika etkinliğini sağlama almasına hem de aç kurtlar gibi bekleyen emperyalist Batı firmalarının ülkemize çöreklenmesini engellemesine yardımcı olmaktaydı. İlk önce KİT’ler özelleştirme marifetiyle tasfiye edildi, özele geçmekle kalınmadı, bunları satın alanlar fabrikaları tasfiye edip arazi rantına yöneldiler. Daha sonra memleketin kapıları el sermayesine sonuna kadar açıldı, adamlar çoğunlukla fabrika yapmaya değil, borç vermeye geldiler. Bankacılık sistemi yatırımı değil, tüketimi finanse etmek için yeniden organize edildi. Türk toplumu aşırı yüksek faiz elde etmek için gelen milyarlarca dolarla tüketim sarhoşluğu ve borç bağımlılığına gark oldu. Yüksek faiz düşük kur ortamında iş adamları için sudan ucuza satılan yabancı sanayi mamullerinin rakibi yerli sanayi mamulleri üretimindense bu yabancı firmaların ürünlerinin yurt içi pazarlayıcısı olmak veya inşaat ve hizmetler sektörü gibi kısa dönemli tüketim talebine yönelmek daha kârlı hale geldi. İşin vahameti ortaya çıkıp, memlekette tarımdan sanayiye ana üretim kollarında ciddi bir durgunluk hasıl olunca da, o Amerikan aksanıyla konuşan “çağdaş” akademisyenler ülkede yatırım ortamının iyileşmesi için “herkese özgürlük, demokrasi ve insan hakları” gibi içi boşaltılmış kavramlar etrafında reçeteler sundular. Çoğunluğu FETÖ’nün Abant Toplantılarında dolar cinsi “hakk-ı huzurlarla” semiren bu zevat, PKK’ya af ilan edip APO’yu Türkiye’ye “eşbaşkan” yapmazsak, memleketin zaten yüksek olan faizlerini iki misline çıkarıp okyanus ötesindeki kalpazanlar tarafından basılan karşılıksız dolarları borç olarak almazsak, Kıbrıs’ı verip kendi elimizle bir PKK devleti kurmazsak yatırım ortamının iyileşmeyeceğini söylediler. Güya, Türkiye “yeryüzü gerçeklerinden” kopmakta ve bir “eksen kaymasına” tâbi olmaktaydı. Bu goygoycular 1980’lerden bu yana sağ iktidarları etkilediler ve Türkiye ekonomisinin millilik vasfını zayıflattılar. Bugün Türkiye bir vatan savaşındadır ve tehlike –hiç kıvırtmaya gerek yok- Batı ve ABD kaynaklıdır. Bağımsızlığımızı koruyabilmek için kuvvetli ve kırılgan olmayan bir ekonomi en büyük silahımız olacaktır. O takdirde ne yapmalıyız?

YATIRMLARDAKİ PROBLEM VE ÖZEL SEKTÖRÜN SORUMLULUĞU

Türkiye bir vatan savaşındadır, doğrudur… Buradan hareketle bazı kesimlerden tekâlif-i milliye benzeri öneriler gelmektedir. Bu yanlış bir değerlendirmedir çünkü Kurtuluş Savaşı’ndaki iktisadi ve siyasi durumumuz ile bugünkü durumumuz çok farklıdır. Birçok eksikliklerimize (makine teçhizat yatırımlarının küçülmesi, bölgeler arası gelir ve servet dağılımında dengesizlik, yüksek cari açık, artmaya başlayan bütçe açığı ve enflasyon vb.) rağmen Türkiye’de hemen hemen her sektörde üretim yapabilecek bir fiziki ve beşeri sermaye birikimi bulunmaktadır. Öte yandan bu potansiyelin ne derecede kullanıldığı ayrı bir mevzudur. Beşeri sermayeye bir sonraki yazımda değineceğim, ama, öncelikle “Mevcut fiziki sermayemizi ne kadar verimli kullanıyoruz?” sorusunu cevaplamamız gerekmektedir. Fiziki sermaye üretimde kullanılan her türlü makine ve teçhizattır. Üretim tesislerinin kurulmasında ve üretimin organize edilmesinde bina ve makine – teçhizat yatırımları birbirini tamamlar. Biri artarken diğerinin azalması durumunda üretim kapasitesi küçülür, üretim kapasitesini artırmak için her ikisinin birden artması gerekir. Bir tesisin büyüyüp büyümeyeceği, büyüyecekse ne kadar büyüyeceği, içinde bulunduğu sektörde firmaların etkin üretim ölçeklerinin ne olduğuna dair bölük pörçük veriler bulunmakta, özellikle sektör bazında, ekonominin bir sermaye envanteri hali hazırda bulunmamaktadır. Bu bahsettiğim sermayenin toplam büyüklüğü ile ilgilidir. Öte yandan, sermayenin bölgeler ve sektörler arasında dengesiz bir biçimde dağılması da başka hayati bir sorundur. Burada hükümet politikaları dolaylı olarak belirleyicidir ve bu politikaların ne derece etkili olacağı da tartışmalıdır. Sermayenin bazı sektörlerde aşırı yatırım bazı sektörlerde de eksik yatırıma neden olacak şekilde dengesiz dağılmasının bir numaralı sebebi yatırımcıların yatırım stratejileri ile bankaların kredi stratejileridir. Bunları kısaca inceleyelim.

Belli bir teknoloji altında, bir işletme iki sebepten yatırım yapar: Ya geleceğe yönelik satış beklentileri yüksektir ve bu satışı karşılamak için daha büyük bir üretim tesisi gerekiyordur, ya da sermayenin marjinal getirisi marjinal maliyetin üstündedir. Yukarıdaki iki seçenekten ilki, belli şartlarda ikincisine de sebep olabilir. Birinci seçenek için iç veya dış ekonomi kökenli satış beklentilerinin artması gerekir. İkinci seçenek için de –teknolojinin değişmediği varsayımı altında kredi faizlerinin düşmesi gerekir veya iş inovasyonu ile maliyetlerin düşürülmesi gerekir. Burada vurgulanması gereken önemli nokta bu beklentilerin rasyonel hesaplardan –yani bilimsel yöntemle yapılan analizlerden- çok sürü psikolojisi ve özellikle medya ortamlarında yaratılan spekülatif atmosfere bağlı olduğudur. Yani, bir ekonominin en önemli konularından biri olan sermaye birikimi, devlet müdahalesi olmazsa, siyasi atmosferdeki ani değişimlere bağlı olarak tamamen rastlantısal bir şekilde yavaşlayabilir veya hızlanabilir. Öte yandan, yatırımların hangi sektöre yapıldığı da, benzer şekilde, kısa vadeli hesaplarla belirlenmektedir. İş adamları, özellikle istihdamın çoğunu sağlayan KOBİ’ler, iş yapacakları sektörü ya hükümetin teşvikine göre ya da diğer iş adamlarının tercihlerine bakarak belirlemektedirler. Yani, sürü psikolojisi ile hareket etmektedirler. 2009 yılında, 2023 Hedefleri için yapılan Makine ve Teçhizat Sanayii çalıştayında başımdan geçen bir anekdotu paylaşmak isterim: Ben firmaların profesyonelleşmesi ve her alanda AR-GE’ye vermeleri gereken önemden bahsederken, orada bulunan ünlü bir sanayicimiz söz alıp şöyle demişti: ”Hoca, sen boş ver bu AR-GE’yi margeyi, devlet bize ne kadar vergi indirimi sağlayacak, onu söyle” İşte Türkiye’deki iş adamlarının, özellikle KOBİ’lerin vaziyet-i umumiyesi budur. Bu zihniyet kendiliğinden değişmeyeceği için devletin zorlamasıyla değişimin sağlanması gerekir.

Yatırımların gerçekleşmesi için gerekli olan finansman bankacılık kesiminden kaynaklanır, çünkü Türkiye özelinde finansman ağırlıklı olarak bankacılık üzerinden yürütülmektedir. 20 ve 23 Ocak 2017 tarihli yazılarımda Bankacılık sektörünün ne kadar sağlıksız bir kredi yapısı olduğundan bahsetmiştim. 20 Ocak tarihli yazımdan ufak bir alıntı yapalım:

“Banka kredilerinin sektörel dağılımı kredinin toplam içindeki payına göre sıralandığında ilk on sektör toplam brüt kredinin %78,7’si, toplam nakdi kredinin %78,6’sı ve batık kredilerin de % 82,4’ünü almaktadır.

Bu ilk on sektörün ilk altısı içinde üretken sektör yoktur. Yedinci sektör Tarım, Avcılık ve Ormancılık iken, nihayet sekizinci sırada Tekstil Sektörünü görmekteyiz. Listenin birinci sırasında açık ara farkla Bireysel Krediler bulunmaktadır. Her dört birim krediden biri Bireysel Krediler’e gitmektedir.” O yazıda verdiğim tabloda dokuzuncu sırada Turizm ve onuncu sırada da Metal Ana Sanayi bulunmaktadır. Buna göre Türkiye’de bankalar her 100 TL’nın 28 TL’sını tüketimi finanse etmek için dağıtmakta, kalan 72 TL’nın 40 TL’sını da AVM’lere komisyonculara, araba kiralama şirketlerine, müteahhitlere, enerji, nakliye ve haberleşme hizmetlerine ve emlak komisyoncularına dağıtmaktadır. Tekstil, Turizm ve Ana Metal gibi stratejik sanayi sektörlerinin bu 100 TL’dan aldığı pay 9,8 TL’dır. Bu durum ortadayken, hükümetin çözümü “Nerelere nasıl teşvik verelim?” zihniyetiyle çözeceğini düşünmesi abesle iştigaldir. Ülkedeki sanayi sektörünün sermaye envanterinden sosyal sorumluluklarına kadar her noktada kayıt altına alınıp kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi gerekir. Bankacılık sektörünün de ciddi bir şekilde koordine edilmesi gerekir. Bir sonraki yazımda beşeri sermaye ve eğitim konularına değineceğim.