2011 yılında yani küçük kızım sadece bir yaşındayken Bangladeş'e doğru yola çıktım. Otuzlu yaşlarıma yeni başlamış ve bir Kurban Bayramı'nı Arakan mülteci kamplarında geçirmek üzere yolculuğa başlamıştım.
Güney Asya’ya ilk yolculuğumdu. O zaman Türk Hava Yolları Dakka uçuşlarını başlatmamıştı. Körfez üzerinden, Abu Dabi’den aktarma ile Dakka’ya uçacaktık. Abu Dabi havalimanı aktarmasında Dakka uçuş kapısına gittiğimizde nasıl bir ülkeyle karşılaşacağımızın bir provasını yaşamış olacaktık. Sesli ve kalabalık. Bangladeş’e gittiğimizde Banini semtinde bir otele yerleştik. Güvenli bir otel, ülke şartlarına göre konforlu değil ama temiz bir ortam sunuyordu. Kliması vardı. Daha sonra Cox’s Bazar denilen şehre doğru bir uçağa daha bindik. Orada kalacağımız otele yerleştik. Yerelde bize mihmandarlık eden Türkiye mezunu bir öğrenci, önümüzde uzun yollar ve uçsuz bucaksız insan seli. Sadece korna sesleriyle yönetilen bir trafik. Sollama yapan da trafiğin ilerlemesini isteyen de yayalara dikkatli olmasını söylemek isteyen de yolcu almak isteyen de kornaya basıyordu. Uçsuz bucaksız insan selinin ortasından mahşeri andıran bir mülteci kampına ulaştık. Yola çıkmadan Türkiye’den geldiğimizi fark eden bir otel müşterisi yanıma yaklaştı ve usulca teşekkür etti. Birleşmiş Milletler Mültecileri Yüksek Komiserliği görevlisiydi kendisi. Orada sadece rapor tutabildiklerini ve bizim yaptığımız yardım çalışmalarını kıymetli olduğunu söylüyordu. Mülteci kampı sarsıcıydı. O kadar sarsıcıydı ki yolculuk sonunda hayata bakışımda ciddi farklılıklar oluştuğunu fark edecektim. Çocuk ölümlerinin kaydedildiği kamp reviri kayıt defteri. Hayattan umudunu kesmiş yaşlılar. Dar alanda kendilerine bir hayal dünyası kurmaya çalışan çocuklar, çaresizliğin içinde umudu arayan kadınlar, kendilerini başka bir dünyaya atmak isteyen gençler. Şartlar ağır, umut seyrekti. Yardımlarımızı ilettik ve tecrübeleri heybemize doldurduk ve yine başka bir Körfez ülkesi üzerinden ama bu defa Bahreyn üzerinden aktarmalı uçuşla Türkiye’ye döndük.
Yıllar sonra Türkiye başka bir Arakanlı göç dalgası için inisiyatif almak için harekete geçtiğinde, geçen senenin 2017’nin Ekim ayında aradan altı yıl geçtikten sonra yeniden Bangladeş’e gittim. Bu defa Sayın Emine Erdoğan’ın heyetinde aynı kamplara gittim. Şartlar hemen hemen aynıydı. Yine çaresizlik, yine umut arayan gözler… Ama bu defa sadece tek başımıza değildik. Bangladeşli yetkililer de bizimle birlikteydi ve sesimiz daha güçlüydü. Dünyaya seslenebilirdik. Öyle de oldu. Bangladeş’in neredeyse tüm gazeteleri ertesi gün Emine Erdoğan’ın haberini manşetten vermişlerdi. Anlamadığımız bir alfabede gazeteleri anlamanın tek yolu Emine Hanım’ın fotoğraflarını taramaktı. Bize gazeteleri getiren arkadaşın ne yapmak istediğimizi anladığını düşünmüyorum.
Türkiye’nin Güney Asya’da oluşturduğu insani atmosfer yani humanosfer giderek güçleniyor. Humanosfer için atılan tohumlar kocaman bir insanlık ağacının yeşermesine giden yolu başlatıyor. Artık THY başkent Dakka’ya uçuyor, Körfez aktarmalı bir seyahat yapmak zorunda değilsiniz. İnsani yardım kuruluşlarımız da sadece Kurban Bayramı veya Ramazan ayında orada değiller.
Bir pazar günü sizi uzak bir diyara Bangladeş’e götürmek istedim. Gönül sınırlarımız içindeki sıcak bir köşeye. Güney Asya’nın başka bir köşesine yolculuk hazırlıklarındayken eski valizden işte bu hatıralar döküldü. Mustafa Kutlu’dan ödünç aldım yazının başlığını. Bu aynı zamanda Türkiye’nin kendine sorduğu bir soruydu: Tahammül mü sefer mi? Türkiye’nin cevabı “sefer” oldu.