Babam Şenol Demiröz zamanında rahmetli Tuncay Öztürk'ün yönetmenliğinde ödüllü bir belgeselin yapımcılığını üstlenmişti: Türk Vakıf Medeniyeti.
Babam Şenol Demiröz zamanında rahmetli Tuncay Öztürk’ün yönetmenliğinde ödüllü bir belgeselin yapımcılığını üstlenmişti: Türk Vakıf Medeniyeti. Ben orta okuldayken babamla Ajans 1400’e gittiğimde onun montaj makinalarıyla çalışmasını izlerdim. Rahmetli Tuncay Amca’nın sadece sanatçılarda görülebilecek çok hassas bir bakışı vardı. Babam belgesel film çekmeyi “taşı konuşturmak” olarak vasfederdi ki, hakîkaten taşları konuşturmuşlardı. O zamanlardan ben, iktisadi sistemlerle ilgili okumaya başlamıştım. Ne Liberalizm (o zaman yanlış bir biçimde Kapitalizm diyordum) ne de Sosyalizm (ki yine yanlış bir şekilde Komünizm diyordum) beni tatmin etmiyordu. O yaşlardaki sağ cenahtan bütün çocuklar gibi, ben de “Bizim ruh köklerimize dayalı bir iktisadi sistem nasıl olur?”, sorusuna cevap aramaktaydım. Aradan zaman geçti, orta okul ve lisedeki ateşimiz söndü, bilgi düzeyimiz arttı, bilimsel yöntemi ve yöntemli düşünmeyi öğrendik. Bugün geriye dönüp baktığımda, bir çok düşüncem çocukça gelmektedir, ama bir şey değişmedi: Dünyadaki iktisadi yapının dehşet dengesi, ikiyüzlülüğü, adaletsizliği ve eşitsizliği. Bu yapının kırılması gerekir.
Ramazan ayındayız. Ramazan rahmet ayıdır: fakirlerin, muhtaçların, kimsesiz ve yetimlerin hatırlandığı ve dertlerine azıcık da deva bulunduğu… Ancak senede bir ay, adaletsiz bir düzenin ve dünyaya meyletmiş hırs küpü (para hırsı ve iktidar hırsı) gönüllerin değişmesi için yeterli midir? Gözlemlerimiz olumsuzdur. Dinin ruhani boyutunun en çok da ramazan ayında insanların içindeki masivaya (yalan dünyaya) düşkünlüğü azaltması gerekirken, tam tersi olmakta, yalan dünyanın parlak ışıkları, lüks tüketimi ve şatafatı dinin içine sızmakta ve zahirde dinî gibi görünen ama tamamen dünyevi ihtiraslara göre şekillenen uygulamalar ön plana çıkmaktadır. Bunun temelinde de özel mülkiyet yatmaktadır.
Sosyalistler üretim araçlarında özel mülkiyete karşıdır ama alternatif olarak öne sürdükleri kamu mülkiyeti de, pratikte, toplumsal mülkiyete değil ama bir avuç partili ve bürokratın hakimiyetinde bir yolsuzluk ekonomisine dönüşmüştür. Liberallerin savunduğu, devletin müdahalesinin en aza indiği ve neredeyse bütün iktisadi işlerin özel sektöre bırakıldığı iktisadi yapının da (bizde serbest piyasa ekonomisi olarak bilinir), özellikle gelişmekte olan ülkelerde ne büyümeye ne de istihdama olumlu bir katkıda bulunmadığını geçmiş yazılarımda tartıştım. O zaman nasıl bir sistem olmalı ki bu hem bizim sosyal genetiğimize (ki bu sosyal genetiğin özü İslâm ahlâkının amir hükümleri ve Osmanlı tecrübesidir) uyumlu olsun, hem artık küreselleşmiş çağdaş iktisadi sisteme entegre olabilsin hem de bu Küresel Kapitalizm’in olumsuz özelliklerinden en az etkilensin? Kısaca vakıf sistemi ve grup mülkiyeti diyeyim.
Toplumsal mülkiyet ki, sosyalistler savunur, bir ekonomideki bütün üretim araçlarının mülkiyetinin bütün topluma ait olması anlamına gelir. Pratikte, Varşova Paktı ülkelerinde, toplumsal mülkiyet üretim araçlarının devlet mülkiyetinde ve - devlet de totaliter bir tek parti rejimi ile yönetildiği için- üretim araçlarının kontrolünün bir avuç partili yöneticinin elinde olması anlamına gelirdi.
Liberallerin savunduğu tamamen özel mülkiyete dayalı bir ekonomik sistem, temelde, çok makul gelebilir. Ancak, bunun için tam rekabetçi piyasaların varlığı şarttır. Sanayi kapitalizmi ise çoğunlukla dev firmalardan oluşan oligopol piyasalarına dayanır. Rekabetin en fazla olduğu durumda bile ancak tekelci rekabet piyasalarına rastlamaktayız. Bu yapının üstüne, biraz küreselleşme ve zamanla ekonominin üzerindeki baskısını arttıran finans kapitali eklersek, karşımıza, piyasa rasyonalitesi ve rekabet baskısından ziyade yıkıcı güç ilişkileri ile şekillenmiş vahşi bir sistem çıkmaktadır. İngiliz atasözünde dediği gibi artık “Güç Hak’tır!”, (Might is Right). Zayıflar, fakirler, güçsüzler günümüz kapitalizminde toplumun itlaf edilmesi gereken fazlalıkları olarak görülür. Dahası, sıradan insanlar da paraya tamahkârlık ve güç hırsı ile dolmuşlardır. Ahlâki ilkeler, diğerkâmlık, alçakgönüllülük ve paylaşımcılık enayilik olarak görülmektedir. Şu güzel ramazan gününde, bu iki sistemin de bana hiç yakın gelmediğini itiraf etmeliyim.
Sevgili kardeşim, genç Türk girişimcisi ve her yönüyle evrensel değerlere sahip bir aydın olan Tuğrul Günay’la “Ne olacak bu memleketin hali?” makamında sohbet ederken onun uluslararası iş tecrübesine dayanarak bahsettiği vakıflar ile ecdadın vakıf sistemi arasında ciddi benzerlik olduğuna kanaat getirdik. Osmanlı’daki vakıf sistemi nasıl işlerdi? Kısaca özetlenecek olursa, Osmanlı İmparatorluğu, klasik döneminde, bir tarım ekonomisine dayanmaktaydı. Burada ana üretim faktörü topraktı. Toprağın mülkiyeti ise devletteydi. İnsanlar, bir şekilde, belli bir ekilebilir arazi üzerinde zilyetliğe sahip olmuşlarsa bu arazi üzerindeki haklarını ve gelirlerini çocuklarına aktaramazlardı. Kişi öldüğünde ekilebilir arazinin mülkiyeti devlete geçerdi. Bunun istisnası ise, ekilebilir arazinin gelirlerinin vakfedilmesi ile gerçekleşirdi. Vakıflar, doğaları gereği, sosyal hizmet üreten ekonomik birimlerdi, (okullar, hastaneler, aşhaneler, öğrenci yatakhaneleri ve benzeri). Eğer bir arazi bir hayrata vakfedilmişse, o arazinin gelirlerinin bir kısmı sosyal hizmetin finansmanına giderken, diğer kısmı vakfedene ve onun varislerine kalırdı. O dönemde, devletten servet kaçırma yöntemi olarak öne çıkan Vakıflar, bugün çok farklı bir şekilde kullanılabilir: Grup mülkiyeti.
Ben, ilke olarak özel mülkiyete karşı değilim. Ancak bir grup insanın bir araya gelerek belli sosyal amaçlar içeren bir vakıf kurması ve bu amaçlara yönelik şirketlerin vakıf mülkiyetinde açılması modern küresel ekonomide çok ciddi imkânlar üretmektedir. Bir kere vakıf mülkiyetindeki şirketler, aile veya şahıs hegemonyası altında olamaz. Vakfı kuranlar, sadece vakfın gelirlerinden belli bir kısmına sahip olabilirler. Özellikle yüksek teknolojili yatırımlar alanında, ürün inovasyonlarında küresel ekonomide vakıflara öncelik tanınmakta, ciddi vergi imtiyazları verilmektedir. Bu sayede, sermayenin belli şahısların elinde birikmesinin önüne geçildiği gibi, vakfın ana amacı olan eğitim, sağlık, çevre koruması veya teknolojik yenilik gibi sosyal değeri veya dışsallığı olan alanlara ciddi kaynak ayrılabilecektir.
Dünyada rekabet edebilmenin şartlarından birisi ciddi sermaye birikimine sahip olmaktır. Çok sayıda insan bir araya gelip sermayelerini birleştirerek büyük havuzlara hükmeden vakıflar oluşturabilir. Dış dünyada da ciddi imkânlar sunulan vakıflar ve bünyelerindeki şirketler ciddi rekabet avantajları elde edebilirler. Eğer vakıf sistemi canlandırılırsa, mülkiyeti kişiler değil vakfa ait olacak dev firmalar kurulabilir. Vakıfların hepsi, örneğin bir Özel Vakıflar Birliği adı altında toplanır ve ilgili mevzuatla birlikte devletin denetimine de alınabilir.
Vakıf ekonomisi hakkında yazacağım. Bu daha bir giriş yazısıydı. Ama Firavunvari bir totaliter rejimin hırsız bürokratlarına da, Karunvari gözünü para hırsı bürümüş tekelcilere dayalı bir ekonomik sisteme de karşıysak, rahmet ayı ramazanda toplumsal rahmeti sağlamanın bir alternatifi olarak Vakıf Sistemi hakkında düşünmeli ve tartışmalıyız..