Üveylik her toplumda karşılığı olan bir kavram. Kişinin gerçek anne veya babasından ya da her ikisinden ayrı, başka bir anne ve baba ile yaşaması tercihten çok, bir zorunluluktur.
Üveylik her toplumda karşılığı olan bir kavram. Kişinin gerçek anne veya babasından ya da her ikisinden ayrı, başka bir anne ve baba ile yaşaması tercihten çok, bir zorunluluktur. Ayrılan çiftlerin daha sonra başka kişilerle evlenmeleri ve çocuğun üvey bir anne ve çoğunlukla üvey bir baba ile yaşamak zorunda kalması, o çocuğun kişilik ve kimlik gelişiminde belirgin farklılıklar oluşturur.
Üvey çocuk olarak kişi, bâzen bunu bilmeyebilir. Evlat edinilmiştir ve kendisine söylenmemiştir. Uygun yaşa gelip de öğrenmesi hayâtında benzeri olmayan bir dönüm noktası hatta travma bile olabilir. Bunun hiç öğrenilmediği hayat hikâyeleri de vardır. Resmî olarak “üvey” olan anne ya da baba ya da evlatlık aldığı için her ikisi de üvey olan anne-babalar, o kişiye bu durumu hiç hissettirmez. Bu durum kişi tarafından öğrenildiğinde kişinin hayâtında hiçbir değişiklik de olmayabilir. Belki gerçek anne ve babası tarafından istenmediği için terk edilmiş olması gibi bir gerçeği hayâtında bir yük olarak değil de, küçük bir ayrıntı olarak öğrenmiş olur. Psikolojik ve sosyal olarak ihtiyaç duyduğu anne ve baba ilgisini, gerçek anne ve babasından hiç alamayacak olmasına rağmen, kâğıt üstündeki anne ve babasından gördüğü ilgi, alâka ve sevgi bu eksikliği hiç hissettirmemiştir. Belki sâdece “gerçek anne ve babam nasıl biriydi” diye duygusal bir merak hissine kapılabilir.
Ülkemizde, kendi çocuğu olmadığı için kardeşinin çocuğunu nüfûsuna geçirip büyüten ve gerçekte amca, dayı veya hala, teyze iken o çocuğun “baba” ve “anne” diye hitap ettiği insanlar; gerçekte yeğeni olan kişiye “oğlum” ya da “kızım” diyen insanlar hiç de az değildir.
Bunlar üveylik konusunun resmî ve toplumsal tarafları. Bir de üvey olan kişinin kendi içinde yaşadığı şeyler vardır. Gerçek anne ve babasıyla fotoğrafı olmayan hatta annesinin hamilelik fotoğrafı olmayan kişilerin yaşadıklarını bir düşünelim. O kişinin belli bir yaşa kadar geçmişi yok gibidir. Sanki dünyaya beş altı yaşındaki bir çocuk olarak gelmiştir. Hayâl meyâl bir şey hatırlayabilir. Hayâtının tamâmını etkileyen dönem âdeta yoktur ve hiç olmamış gibidir. Daha sonraki yıllarda yaşadığı psikolojik sorunların sebeplerini bulmak için “çocukluğuna dönme” imkânı yoktur.
Böyle bir kişinin kendini tanıması ve dolayısıyla kendini inşa etmesi çok zordur. Kişiliğini kimliği üzerine oturtmak zorunda kalır. Sosyal çevresi, toplum ona ne verdiyse bunun üzerinden bir kişilik geliştirme yoluna gider. Hayâta kendini tanımasına imkân verecek aygıtların bir bölümünden mahrum olarak başlamıştır. Kim olduğunu kendisi değil toplum belirlemektedir. Kişilik zannettiği şeyler ya itaat ya da tepki ilişkisi içinde; ya suçluluk ya da intikam duyguları eşliğinde ortaya çıkmıştır. İrâdesi, dizginleri süvarisinin elinde olan bir at gibi, başkalarının elindedir. “Onlara göre” giyinir, yer, içer. “Onlar göre” konuşur. “Onlara göre” evlenir, çocuk sahibi olur. Kısaca “onlara göre” yaşar.
“Onlar” ise onun kişiliği değil, kimliği olabilir ancak. Yâni onu “üvey insan” hâline getirirler.
Üvey sefâleti
Victor Hugo’nun ünlü eseri Sefiller’de Cosette diye bir karakter vardır. Gayrimeşrû bir ilişkiden dünyâya gelip annesinin ölmesiyle üvey ve gaddar bir âile olan Thénardierler’in yanında yaşamak zorunda kalan bir kız çocuğudur. Yaşının küçük olmasına rağmen bütün gün Thénadierler’in meyhânesinde çalışır.
Cosette, yaşadığı – yaşamak denebilirse – yerde çocukluğunu yâni insan olarak çocukluk yıllarını yaşayamaz. Thénardierler’in evlatlığıdır ama tam anlamıyla “üvey bir çocuk”tur. Hayâtın çocukluk yıllarını “üvey insan” olarak geçirir. Kendini bulacağı ortamdan ve şartlardan uzaktır, uzaklaştırılmıştır. Hikâyenin baş kahramanı Jean Valjean, Cosette’in annesini kurtaramamıştır ama onu kurtarmak için Thénardierler’in meyhânesine gidip bu gaddar karı-kocanın gözünü kör edecek miktarda çok bir para karşılığı Cosette’in velâketini alır. Artık üvey de olsa baba-kız gibidirler. Jean Valjean, hayâtını Cosette’e adar ve onun iyi yetişmesi, kişilik sâhibi bir insan olarak yetişmesi için bütün imkânlarını seferber eder. O kadar ki, onun dönemin çalkantılı toplumsal olaylarından uzak tutmak için onun özgürlüğünü bile kısıtlayıcı önlemler alır. Ancak Cosette bir gün babası ile dışarı çıktığında Paris’teki sokak olaylarında ön plândan olan genç bir erkek ile tanışır ve aralarında aşk başlar. Jean Valjean, başta bu ilişkiye karşıyken daha sonra kızın sevdiği bu adamı ölümden kurtarır. Böylece hem kaçak bir suçlu olarak Jean Valjean risklerle dolu bir hayat yaşarken kendini “üvey insan” olmaktan kurtarır hem de kızı ve sevdiği erkeğin “üvey insan” olmasını engeller.
İnsanlığı unutturan üveylik
Kişiyi “üvey insan” olmakta kurtaracak olan kimliğine değil kişiliğine daha çok önem vermesidir. Böylece, insan olma ortak paydasını merkeze alarak mümkün olan kişilik ve şahsiyet, gelip geçici hatta insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan ve onu “üvey insan” hâine getirecek olan kimlik etiketlerinin cezbesinden kendini koruyabilir.
Mesela bir kadın düşünelim. Hayâtının her dakikasını bir insan olmak çabasına değil de, herkesin gıpta ettiği ve hatta hasetle kıskandığı bir kadın olmak için harcıyor olsun. Evlendiği erkek, dünyaya getirdiği çocuk(lar), iş hayâtında bulunduğu mevki ve kazandığı para, kullandığı parfüm, giydiği etek, gömlek veya ayakkabı, taşıdığı çanta, oturduğu semt, tatile gittiği otel ve daha nice “kimlik” etiketi onun için çok önemlidir. Kendini bu etiketler üzerinden var eden bir insanın, “öz insan” olması ne kadar mümkün olabilir. “Desinler” veya “ne derler?” diye yaşayan böyle biri, ne kadar öz insan ve dolayısıyla ne kadar “öz kadın” olabilir.
Mesela annelik gibi sâdece kadınlara özel olan duygu, böyle bir kadın için içgüdüsel, psikolojik ve duygusal bir değer taşımak yerine âdeta sâdece sosyal bir rol, ona prestij kazandıracak ve “anne olmuş ama hâlâ çok çekici” dedirtecek bir malzeme veya bir araç olabilir.
Böyle bir erkek ya da kadın, kendi kendine yüzleşme cesâreti gösterdiğinde kendini “üvey insan” gibi hisseder. Kimsenin çocuğu olmayan, bir anne ve babadan dünyâya gelmeyen bir insan. Berâber yaşadığı insanların gerçek âilesi olmadığını öğrenen çocuğun duyduğu âidiyetsizlik gibi bir histir bu. Bu hissin neticesinde daha önce kendini tanımlamak için kullandığı bütün âidiyetler ve kimliklerin geçerliliği ortadan kalkar. Ne verili ne de daha sonra kazandığı hiçbir rol, hiçbir makam, hiçbir mevki, hiçbir övgü anlamını devam ettiremez.
Böyle bir insan hangi toplumun, hangi inancı, hangi geleneğin kısaca hangi kültürün insanıdır? Sağdan soldan toplanan eşyâlarla kurulan evde, her sandalyenin ayrı model, her tabağın bozulan bir takımın parçası, her odadaki perdenin diğer odalardaki perdelerden farklı olması gibi, bir ruhsal âhenksizlik vardır. Moda tâbirle söylersek “üvey insan”ın hayâtında “kombin” yoktur. O evde her parçanın geldiği evin birer etiketi vardır. Belki evin bir kimliği vardır ama o evin kişiliği, ruhu yoktur.
“Üvey insan” da ruhunun farkında değildir. Erkek veya kadın ayrımı olmayan ruh, insanı kadın veya erkek, karı veya koca, anne veya baba, abi veya abla, işçi veya patrondan önce insan yapar ve onu üveylikten kurtarır. Üveylikten kurtulamamış bir insan hayâtına ister kadın ister kimliği ile devam etsin, onların üstüne koyduğu her kimlik ögesiyle kendini kendi elleriyle üvey duruma getirir.