90'lı yılların ilk başlarında İslami cemaatler ile kamuoyu yeni tanışıyordu.
90’lı yılların ilk başlarında İslami cemaatler ile kamuoyu yeni tanışıyordu. Bu konuda şimdi otorite sayılan gazeteci bir arkadaşımızın dergideki bir cümlesi hala hatırımdadır; “Bu cemaatlerin toplandığı ve çay içtiği yerlere “Selam ün aleyküm” denilerek girilmektedir. “O yıllar, bir yere girilirken Selam’ün aleyküm” denilmesinin bile bilgiden sayıldığı yıllardı.
Tarikatlar tehdit mi tartışmaları yaparken de, bu anekdot benzer biçimde, biraz ilgi, birazcık da fikir sahibi olmamız gerektiğine güzel bir örnektir.
Yıllar önce çocukken merhum babam ve annem aşırı bulduğu kaba görünüşlü dindarlara “Softa” veya “Ticani” derlerdi. Benim içinde çocuk iken 70’li yıllarda Cami dışında şalvarlı, cüppeli ve çarşaflı birisini görmek, sıra dışı ve dikkat çekiciydi. Softa ve Ticani adlandırması o kadar zihnime oturmuştu ki, yıllar sonra Softa ve Ticani anlamlarının ansiklopedi de çok farklı olduğunu öğrendiğimde şaşkınlığımı uzun süre atamamıştım.[1]
Cüppe ve sarık ile ilk sempatik karşılaşmam Osmanlı tarih romanları okumalarım, seyrettiğimiz Yunus Emre ve Hacı Bektaş filmleri ile gerçekleşti. İlaveten, o dönemlerde Milliyet’te okuduğum bir Mümtaz Soysal makalesi de beni etkilemişti. Bu makalede Soysal, eşi ile yaptığı bir sabah yürüyüşünde karşılaşacağı cüppeli ve çarşaflı bir çifte, karşılıklı olarak sıcak bir günaydının esirgenmemesi gerektiğini ifade ediyordu.
Gençlik yıllarımızda ekseri sosyal çevremizdeki izlenim, aman tarikata girme çıldırırsın ve meczup olursun şeklindeydi. Evliyalar ve ilgili şeyhlerin tarihin derinliklerinde kaldığını varsayardım. 70’li yıllar ideolojik çekişme yıllarıydı. Ben dahil, jenerasyonumuz yorulmuştu. 80 İhtilali travması herkes için bir nefeslenme ve düşünme fırsatı yaratmıştı. O dönemlerde İskenderpaşa, Erenköy ve Menzil Nakşibendi kollarını gözlemleme fırsatını bulmuştum.
Aslında benim için namaza başlamak, ardından tasavvuf ile ezoterik bir ortamda gözlem yapmak heyecanlandırıcı bir şeydi.
Genç insanların ilahi bir sevgiyle kendilerinden geçmelerine(cezbe) biraz temkinli yaklaşıyordum. Zira Dünya sevgisi veya anlamsızlığı deyip de eğitimden soğuyanları da gözleyebiliyordum. Ayrıca farklı sosyal sınıf ve inanışta insanların ortak bir amaç için birbirlerinin statülerini isimlerini sormaksızın bir araya gelmeleri de umut vericiydi.
İlk başta Tasavvuf iyi Tarikat ayrı ve kötü bir şey dememe rağmen, bunların aynı şey olduğunu anlayabilmiştim. Bugün de aslında Alevi ve Bektaşi dergahlarının da bu söylediklerimle aynı şey olduğunu anlayabildiğim gibi.
80’li yılların başında yaşadığım bu süreçler insanları ayırt etmeden daha sevmemi, ibadetlerimden daha zevk almamı ve estetik anlayışımın gelişmesinde büyük katkılarda bulunmuştu. Eski devrimcilerin, ülkücülerin, AP’lisi ve CHP’lisinin akın akın dergahlara 80 sonrasında gelmeleri çok etkileyici bir şeydi.
O yıllarda Risaleyi Nur ekibinin Demirel’i, Süleyman Efendi cemaatinin de merkez sağı açık destekledikleri bilinirdi. Tarikatlar da mümkün olduğu kadar siyasetin dışında kalmaya çalıştıkları, ancak tanıdıkları varsa ayırt etmeksizin yerelde destekledikleri de açıktı. Merhum Turgut Özal ve Turgut Sunalp’ın politik bir hedefleri olmaksızın Menzil’in Çanakkale sürgün mağduriyetini önlemeye çalıştıklarını da hatırlayabiliyorum.
Aradan 30 yılı aşkın zaman geçti. 2017 Türkiye’sinde şimdi çok farklı şeyler konuşulmakta. Tarikat olmamasına karşın “Hizmet” iddiasında bir cemaatin halkın ve siyasetin güvenini yaygın bir şekilde kazandığını gördük. Ardından bu grup hedef İslami olursa, yöntem gayri İslami ve gayri insani olabilir (Takiye) mantığıyla bir ülkeye nasıl zarar verilebileceğini (FETÖ) acı bir biçimde kanıtladı.
Şimdi bu tecrübe, tarikat ve cemaatlerin ülkenin dirlik ve düzeni karşısındaki konumlarını doğal olarak sorgulatmakta. Bu gruplar Allah yolunda topluma sadece iyi insan mı yetiştirmektedirler? Siyasi ve ekonomik güç devşirme gibi eğilimleri var mıdır? Bir zamanlar FETÖ’ye iş almak çevre edinmek için gelen insanlar bu yapılara da aynı amaçla mı gelmeye başladılar? Bu yapılara artık fakir zengin her partiden insanlar artık gelebiliyor mu? gibi soruların artık ardı arkası kesilmemekte..
Merhum Özal, Türkiye’de sermaye dönüşümüne şimdiki gibi öncelik veriyordu. Bu kapsamda cemaatleri şimdiki adıyla FETÖ dahil, teşvik ederdi. Bu dönüşümde Nakşi kökenli Hilmi Işık (İhlas) ve İskenderpaşa önceliği almıştı. İskenderpaşa durumun vahametini gördü ve hatadan yol yakınken dönebildi. İhlas holdingleşti. TV ve Medya sektöründe etkinleşti. Sonra bilinen gelişmeler yaşandı.
O yıllardan bu yana adeta cemaatler ve tarikatların çoğu için bu tatlı tecrübe yol haritasını oluşturdu. Merkezle iyi ilişkiler kuracaksın, ihvanlardan kendi zenginini yaratacaksın, holdingleşip merkezileşeceksin, kendi medya grubunu oluşturacaksın, kendi üniversiteni ve hastaneni kuracaksın vs. Böylece güç masasında konumlanacaksın. Bu arada İslam’ın (hangi tür İslam ise) selameti açısından tek kurtuluş yolu bu tarikatın kolu olduğundan bu ekibin ve devamının kıyamete kadar sürmesi gerekmekte zannı bir kısım müritlerde oluştu. Bu hizmetlerin devamı içinde merkezileştirilmiş bir ekonomik ve siyasi güç ihtiyacı söz konusu idi. Bir bakıma burada amaçlar ulvi ama araçlar da Makyavelist olmak zorundaydı.
Tarikatlar tarihte siyasetin içine girmişler midir? Pek tabi. Benim aklıma ilk gelenlerden biri Şah İsmail’in Erdebil şehrinin Safevi tarikatının merkezi oluşu. Ardından da Akkoyunlu ve Osmanlıya karşı mücadelesi, sonunda da Safevi tarikatının Safevi devletine dönmesidir. Bir diğer örnekte Nakşibendi Şeyhi Ubeydullah’ın Nehri’de ordusunu kurup Osmanlı ve İran’a karşı savaşmasıdır.
Burada Gülen yapısı veya bazı Siyasal İslamcı yapıları, araçları doğrultusunda Tarikatlardan ayırmamız gerekmekte. Zira bu gruplar İslam’ın asıl hedefinin hep var olabilmesi açısından devletleşmesi ve devleti ele geçirebilmesi gerektiğini ifade ederler. Tarikatların hedefinde ise insanın kalbi vardır. Ancak bu hedef yozlaşma sonunda bazı yapılarda müritlerin sayısını artırarak varlığını sürdürme (iktidar) kaygısına dönüşmüştür. Bu da devlet açısından tehdit değil, yüktür. Bu haliyle de toplum açısından da tehdit oluşturmaktadır.
Bu iki durumda Allah’ın kitapta ifade ettiği iki prensiple temel çelişki arz etmektedir. Birincisi “Bu Kitabı biz indirdik biz koruyacağız” ve “Emir olunduğun gibi dosdoğru ol” ikincisi ise Said Nursi’nin dediği üzere “Sen kendi vazifeni yap, Hakk’ın işine karışma”
Bir diğer sorun da Türkiye’deki Tarikatların ciddi bir kısmının “Taşralılık” sorunudur. Osmanlı medeniyet tarihinde Tasavvufun kazandırdığı sanat, estetik, müzik ve kentlilik kültürü apayrı yer tutar. Maalesef bugün Taşra tarikatları kendilerini, uygun zeminlerde kente adapte edeceğine, kentteki kendi taşrasını oluşturmuş ve güçlendirmektedir.
Batı’daki Georgetown, Harvard gibi eğitim kurumlarından bir çoğu Hristiyan püriten ve ilgili toplulukların kurduğu üniversitelerdir. Bizde maalesef bu taşralılık prangasından dolayı Tarikat kökenli eğitim kurumlarının rekabet edebilir fikir ve eğitim üretmesi mümkün değildir.
Bugün ne yazık ki gerek dindarlar ve gerek laik yaşam tarzını benimseyenler gözünde, Tarikatlar artık Allah adamı yetiştiren kurumlar değil, siyasi ve ekonomik güç devşiren kurumlardır. Ayrıca gelişmeler bize Tarikatların bir kısmının var olan medrese mantığı ile radikal selefileşme veya zıttı olarak batinileşme riski taşıdıklarını da göstermektedir.
Ne yapılmalı olarak sorulduğunda akla ilk gelen Tarikatlar ve sistem arasındaki gayrimeşru ilişkiye son verilmeli denilebilir. Yani Sünni ve Alevi dergahları sistem içinde meşru, denetlenebilir ve hesap verebilir hale getirmeliyiz. Tarikatların gelir kaynakları şeffaf, denetlenebilir ve yasal olmalıdır. Şeyhlik ve dedelik kurumları ilgili geleneksel kurumlarca bir kural dahilinde düzenlenmelidir.[2] Sünni ve Alevi tarikatların sağ veya sol eğilimli değerleri ve siyaseti benimsemeleri belki anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bu, ilkeler ve ahlak sınırından taşmayıp, çıkar esasına asla dönüştürülmemelidir.
Kurumlarımız ve değerlerimizin büyük yara aldığı şu anki ortamda tarikatlar ve cemaatler politikacılar ile simbiyotik[3] bir ilişkiye girmeleri öteden beri gelmiştir. Ülkemizin içinde bulunduğu bu toplumsal güvensizlik ve huzursuzlukta, Allah yolunda olduğunu iddia eden tarikatlara düşen görev, arabulucu, onarıcı yatıştırıcı insani rolü üstlenebilmektir. Seçim kampanyalarında sosyal medya da sayfa sayfa bildiri veren bazı tarikatların Allah ve tüm insanlığa hizmet yolunda olduklarını söylememiz mümkün değildir[4]. Bu açıdan yeni bir onarıcı sosyal düzen inşası yolunda olanlar için, bu tarikatların durumunun yeniden gözden geçirilmesi elzemdir.
[1] Softa eski Osmanlı medreselerinde belirli bir seviyeye gelen öğrencilere verilen ad. Ticani ise 19. Yüzyılın başlarında K. Afrika’da Seyit Ahmet Ticani tarafından Halvetilik meşrebi üzerine kurulmuş bir tarikat. 20. Yüzyılın başlarında hukuk öğrencisi olan Kemal Pilavoğlu bu tarikatla Lübnan’da tanışır ve bağlanır. Ancak Türkiye’de ki macerası skandalları ve mücadeleleri ile ayrı bir tartışmanın konusudur.
[2] Osmanlıda benzer Nakibuleşraf kurumu vardı.
[3] Karşılıklı bağımlı al ver ilişkisi.
[4] Seyit Abdülhakim Hüseyni (Nakşibendi Şeyhi) “Tarikatları kapatmalarına gerek yoktu, zira onlar zaten kendilerini kapatmıştı” bu söz 1940’lı yıllarda söylenmişti.