Kim ne derse desin İslam dünyasının Osmanlı'nın duraklama ile başlayan krizi bugün derinleşerek devam etmektedir.
Biz gençken, büyüklerimiz Osmanlı’nın çöküş nedenini, İslam’dan uzaklaşma olarak anlatırlardı. Kim ne derse desin İslam dünyasının Osmanlı’nın duraklama ile başlayan krizi bugün derinleşerek devam etmektedir. Bu kriz başta askeri ve siyasi görünümü ile anlaşılsa da daha derinlerde medeniyet krizi niteliğinde iliklerimize kadar hissettirmektedir.
İşin acı tarafı İslam dünyasının maddi ve manevi önderlerinin bir kısmı bu durum karşısında ölü taklidi, inkâr, tekfir veya hamaset yapmayı sürdürmektedirler. Kaybedilen insan kaynağını ve gelecek kuşaklarını adeta umursamamaktadırlar. Bunlar ne yazık ki toplumun çoğunluğu nezdinde itibar görmeye de devam etmektedirler. Bu tip kaynaklar hala şeriatın tam uygulanamadığından, İslam halifesi ve devletinin tam tesis edilemediğinden veya insanların çoğunun kendilerine mürit olamadığından yakınmaktadırlar. Fizik ve toplumsal gerçeklikler, bu tip çevrelerin güçlerini tehdit etmedikçe yüzleşmeyi de tercih etmemektedirler. Olan İslam dünyasının değerlerine ve geleceğine olmaktadır.
Halbuki Peygamber a.s’dan 16.yüzyıla kadar İslam dünyasında insanlık ve vicdan adına söylenebilecek çok güzel şeyler vardı. İslam dünyasında artık o yüzyıllara ait düşünce zenginliği ve düşünmeyi tesis edecek bilgi mimarisi artık mevcut değildir. İslam sosyolojisinde modern çağdan itibaren gelişen ham taşra ve kabile kültürü özellikle hakim ümera ve ulemada da kendini tecelli ettirmiştir. Dünyadaki çoğu enerji kaynakları ve zenginliklere sahip İslam ülkeleri eğitim, insan hakları ve düşünce alanında yerlerde sürünmektedirler. Toplumsal zemin, kendi kendisine ayna tutmak yerine kötülüğü hep ötekinde aramaya devam etmektedir.
16.yüzyıla kadar düşünce alanına önderlik eden Müslüman enteljansiyanın 19. yüzyıldan bugüne değin kıpırdanmaları olmuş ancak yeterli olamamıştır. En azından bilgi teorilerini bizden takip eden batıyı bugün bırakın takip edilmeyi yeteri kadar takip edecek ve kodifiye edecek uygun entelijansiyayı dahi üretmekte zorlanmaktayız.
Pratikteki tüm sıkıntıların kaynağının doktriner olduğunu görmemiz gerekiyor. Temel doktrine sorun, Vahiy ve akıl veya başka bir deyimle Beyan (Kur’an ve sünnet), Burhan (Determinal-Fizik/matematik dünya) ve İrfan (keşif-manevi tasarruf) aralarındaki ilişkilerin & konumlamanın bilgi mimarisinde, inanç, düşünce ve uygulamada doğru tanımlanamaması olarak uygulamaya tecelli etmektedir.
Bugünkü ümera ve ulemanın ekseri uygulamalarını gören, mevcut gelişmiş dünya ile kendilerini ilişkilendirmeyi arzu eden genç kuşağın kurumsal din anlayışından soğumalarını, kalplerinde zaten nifak vardı yoldan çıkmışlar anlayışı yerine anlamaya çalışmak sanırım daha vicdani olacaktır. İşte bu yazının içeriği bu arayışların tarihsel serencamına ilişkindir.
Okuyucunun işini kolaylaştırmak için ara başlıklar, ilginç yüzleşmeler ve günlük pratiklerden örneklerle konulara devam edilmiştir. Fazla sıkmadan kaynakça ve referans verilmeye çalışılmıştır. Düşünmesini, sorgulamasını seven gençler, vicdanlı dindarlara ve kurumsal din soruları olan okuyuculara bu yazıyı özellikle tavsiye ediyorum.
SADECE FIKIH & KELAM VE İSLAM
“Bütün bunlardan sonra, (ey insanoğlu), sana indirdiğimiz şey’in doğruluğundan şüphede isen, önceki çağlarda vahyedilmiş metinler okuyanlara sor!” Yunus 10/94
Ne yazık ki son kutsal kitap Kuran olmak üzere kutsal kitaplarda sıkça antik çağ dönemindeki olağanüstü olaylara vurgu yapılmasına rağmen, fıkıh [1] ve kelam sınırlarında kalmayı tercih eden İslam dünyası müfessirleri ve araştırmacıları arkeolojiye pek ilgi duymamışlar, bu alanı Rum 9 ve Mümin 82 varken bir sömürge bilimi olarak kabul etmişler, alanı tehlikeli bir biçimde spritüalistlere ve UFO araştırmacılarına bırakmışlardır.
Bir dostumla Suriye iç savaşından ülkemize sığınan tanınan bir Nakşi Şeyhinin oğlunu ziyaret etmiştik. Medrese alimiydi. Kendisinin ve ailesinin, edebi ve büyük kütüphanesi etkileyici idi. Yer döşeğinden kendisine Uzay’da canlı veya hayat olabilir mi diye sorduğumda, öncelikle salonun tümünün duvarlarını kaplayan fıkıh ve kelam alanlarından oluşan Kürtçe ve Arapça ağırlıklı kitaplarını göstererek, bu kitaplarda böyle şeyler yazmadığına göre yoktur diyerek kestirip atıvermişti.
Yıllar önceydi. Ekopolitik faaliyetteydi. Eski Sağ camiadan vakıf faaliyetlerinde öne çıkmış bir büyüğüm Ekopolitik çalışmalarından etkilenmişti, ancak kafasında birtakım tereddütler vardı. Bana şunu sormuştu; Tarık güzel şeyler yapıyorsun ama İslam bunun neresinde, izah etmelisin?
Seyit Kutba göre Kur’an’a zamanla Grek felsefe ve mantığı, İran düşünce ve mitolojisi, Yahudi hurafeleri ve Hristiyan metafiziği karıştırıldığı için “Gerçek İslam”dan uzaklaşılmıştır. Bugün İslam dünyasında ekseri görüş de bu merkezdedir. Bu aynı zamanda insanlığın kadim ortak mirasının da göz ardı edilmesi, dinin selefi bir anlayışın kalıpları arasında sıkıştırılması anlayışının güçlenmesine neden olmaktadır. Son Peygamber dışında kalan yüzbinleri aşan farklı disiplinlerde mesaj veren Allah’ın elçilerinin (nebilerinin) dejenere edilmiş bile olsa bugünlere ulaşan miraslarını göz ardı mı edeceğiz?
MÜSLÜMAN OLAN FİLOZOFLARIN FİKİRLERİ NEDEN İLGİMİZİ ÇEKMİYOR?
“İnsanoğlunun geldiği şu yeni safhada, bilimi hikmetten de imandan da ayırmayan o kusursuz akıl ve muhakeme gücünü yeniden bulup seferber etmek hayatiyet ve aciliyet kazanmıştır (s.10).” Roger Garaudy
Rene Geunon (1886-1951) bana göre 20. Yüzyılın Gazali’siydi. Fransız filozof iyi bir eğitim gördükten sonra Katolik, okült, spritüal, Uzak Doğu tecrübelerini yaşadıktan sonra Mısır’da yerleşip Şazeliye tarikatı şeyhi Abdurrahman Eliş El-kebir'e intisap etmiş, orada da vefat etmişti.
Geunon’daki hakikat arayışı birikimi, fizik ve metafizik dünyadaki deneyimleri, Teozofiden Blavatsky’den, Atlantis’ten Haç sembolizmine kadar farklı konularda verdiği cevaplar, antik dünyadan post modern dünyaya uzanan eleştirileri ve İslam tasavvufunda karar kılması temel sorularımızın cevapları için bulunmaz bir hazineydi. “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabı benim için önemliydi. Elimdeki son nüshadan fedakârlık yaparak kitabı İslam’ı eksiksiz yaşamak iddiasında olan ÖFK’lardan birinde yönetici olan bir arkadaşıma gönderdim. Kendisini heyecanla arayıp kitap hakkında izlenimini sorunca, “ben bu kitaba bakmadım bile zira bu kitabın içinde İslam yok” deyiverdi. Zannederim İslam’dan akaid, fıkıh, kelam ve tasavvufu anlıyordu. Olan kitabıma olmuştu. Bu durum bir bakıma bizdeki Müslümanlık anlayışının da tasviriydi.
Kimse Garaudy’nin Sorbonne’da felsefe eğitimi almasıyla, SSCB Bilimler Akademisinde doktora yapmasıyla ve dünya çapında bir filozof olmasıyla pek ilgilenmiyordu. Siyasal İslam için sadece saflara bir ağır topun karşıdan katılmış olması önemliydi.
Aslında önemli olan Rene Geunon’un teozofik, okültist ve filozof; Roger Garaudy’nin de materyalist bir filozof olarak, kendi deneyimleri ışığında son kutsal kitabın Allah’ına iman edip teslim olmalarıydı. Esas anlaşılması gereken husus buydu. Halbuki bu deneyimlerin İslam dünyasında doğru anlaşılmasına o kadar ihtiyaç vardı ki.
Yarın: Her şey bildiğimiz gibi mi?
[1] Fıkıh bir dönem bütün ilimlerin adıydı. İmam Azam’ın tarifi ile de kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesiydi