Bilindiği gibi Balkanlar'dan gelenler, Avrupa'ya yakınlığından mı bilinmez ama modern Cumhuriyetimizde başta fikirleri olmak üzere ticaret ve bürokrasi hayatının belirleyici unsurları olmuşlardır.

Türk milliyetçiliğinin bugünkü siyasi ve beka kaygısının anlaşılabilmesi için son 150 yıllık üç temel tarihsel travmaya bakmamız gerekiyor. Bunlar:

1. 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı. Bu savaşta özellikle Kafkasya’dan Anadolu’ya göç edip özellikle Eskişehir, Kocaeli ve Sakarya bölgesine yerleştirilen Gürcü, Çerkez, Abhaz Müslümanların aidiyet anlayışları.

2. 1912 Balkan Savaşı bozgunu, ardından Anadolu’ya göç eden Arnavut, Pomak, Boşnak veya Türkmen Yörükleri gibi Balkan Müslümanlarının etkisi.

3. En son ve belki de en belirleyici olanı da Osmanlı Meclisi’nce onaylanmayan ancak hükümetçe onaylandığı tartışmalı 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşması.

93 Harbi ve Balkan bozgununda Anadolu’yu yurt edinen Osmanlı yurttaşı Müslüman topluluklar milyonları bulmuştu. Bu insanlar artık Anadolu topraklarını yurt kabul etmiş ve ortak Türk kimliğine, içlerinde mikro etnik ve kültürel dayanışmalarıyla sürdürerek, savaşın acılarıyla birlikte tartışmasız sarılmış ve içselleştirmişlerdi. 19. Yüzyıldan itibaren hangi etnik unsurdan olursa olsun özellikle Balkan Müslümanlarına yabancılar tarafından da Türk denmesi anlaşılır bir şeydi.

Bilindiği gibi Balkanlar’dan gelenler, Avrupa’ya yakınlığından mı bilinmez ama modern Cumhuriyetimizde başta fikirleri olmak üzere ticaret ve bürokrasi hayatının belirleyici unsurları olmuşlardır. Ataları Çarlık bürokrasisi ile mücadele etmiş Kafkas kökenli insanlarımızın ise, son 150 yıllık güvenlik-istihbarat bürokrasimizdeki etkinlikleri tartışılmazdır.

Sevr, bir bakıma Fransız Papa II. Urban’dan (1096) bu yana bazı Avrupalı devlet ve fikir adamlarının Türkleri Anadolu’dan söküp Asya’ya geldikleri topraklara sürme tezinin mütecessim bir haliydi.

Sevr’in Osmanlı Hükümeti ve padişahı tarafından imzalanıp imzalanmadığı belirttiğimiz gibi hala tartışma konusudur. Kürt [1]ve Ermeni milliyetçileri sık sık Batılı devletleri Sevr Anlaşmasının maddelerini ciddiye almamakla suçlarlar. Sonuç itibarıyla yeni uluslararası sistem Lozan antlaşması ile birlikte (24 Temmuz 1923) Sevr’i geçersiz kılarak devletimizi yeni şekliyle tanımıştır.

BUGÜN SEVR’İN HAYALETİ DOLAŞIYOR MU?

Lozan’dan sonraki gelişmelerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni uluslararası sistemin güvenilir ve istikrarlı bir parçası olduğunu bize göstermişti. Öyle ki 21. Yüzyılın başlarında ülkemizin ekonomik, sosyal refah seviyesi ve askeri gücünün Ortadoğu ülkeleri ve halkları tarafından imrenerek karşılandığının bilfiil şahitlerindeniz.

Ermeni soykırımı tezinin teyidine ilişkin, 24 Nisan’da ABD meclisi ve başkanın resmi deklarasyonuna yönelik, Ermeni lobilerinin baskıları hala başarılı olamadı. Bölgesel Kürt Yönetiminin bağımsızlık ilanını Batı, Türkiye’nin tercihleri doğrultusunda desteklemedi.

Her ne kadar belirli bir entelektüel projeksiyon sıkıntısı yaşansa da Özal’dan, Türkeş’ten, Erdoğan’a kadar atılan Ermeni diasporası ve Kürt sorununa ilişkin adımlar, bir özgüven ve kararlılığın işaretleriydi.

Açılım ve Çözüm süreçlerinin sonuçları, tartışmaya açık olmakla beraber, devleti burada frene basmaya zorladı. Ortadoğu’da kontrolü zor gelişmeler ve PKK’nın siyasi etkisinde olduğu var sayılan HDP hareketini iktidar ortağı yapabilecek seçim sonuçları elde etmesi ve dış lobilere açık karakteri, 15 Temmuz’da yaşananlar, Sevr travmasının yaslarını ve kaygılarını devletin bir kanadında canlandırdı. Bugünlerde Sevr’in hayaletini değil ama adeta 1914 ve 1915’in gölgesini ve kaygılarını üzerimizde hissediyor gibiyiz.

BATI BİZİ BÖLMEYE Mİ ÇALIŞIYOR?

Eskiden bu yana, yolu ABD’ye düşmüş bazı yazarlarımız Pentagon ve DC’deki bazı think tanklerde bölünmüş Türkiye haritalarını gördüklerini yazar ve bizleri ikaz ederler. Bendeniz Kürt Bölgesel Yönetimi içindeki Süleymaniye kentinde de bu tip haritaları müşahede etmişimdir. Aynı durum ve fanatizmi belki Yunanistan, Bulgaristan veya Sırbistan’da ki bazı çevrelerde de gözlemleriz de. Zamanında elin parmaklarını geçmeyecek kadar milyonluk Bulgar Jivkof ve Ermenistan yönetimlerinden bizi korkuturlardı. Bizler de kalabalığız tükürüğümüzle onları boğar geçeriz derdik.

Suriye ve DEAŞ sorunundan sonra özellikle AB ve belki ABD Türkiye’nin istikrarının ne kadar önemli olduğunu idrak etti. Bırakın parçalanmış bir ülkeyi, siyasi istikrarı bozulmuş bir Türkiye’nin ise göndereceği Suriyelilerin ötesinde siyasi mültecileriyle uzun vadede özellikle AB’nin, kendi bekasını nasıl tehdit edeceğini Almanya merkezli kurumlar farkına varmış durumda.

AB’nin üretim ve yüksek teknolojide Türkiye’yi rakip görmek istemeyeceği çok açıktır. Bu nedenle endüstri 4.0 dünyasında niteliksiz işlerde çalışan ve Pazar olan hamaset dolu bir ülke arzu edebilirler. Belki de bizler istemeden bu sürece katkıda bulunuyor olabiliriz de. Buna da ayrı bir Beka sorunu tanımı koyulabilir de. Ancak AB’nin belki en büyük ihracat ve yatırım pazarı Türkiye. Bir tüccar nasıl en büyük istikrarlı, alacağı olan müşterisini neden çökertmek veya bölmek istesin?

DIŞARIYA MI YOKSA KENDİMİZE Mİ KAYGILANMALIYIZ?

Bugün ülkemiz, 1920’lerle kıyaslanmayacak derecede, kendimize yaptığımız tüm kötülüklere rağmen, hala G 20’nin içindedir. Bu ülkenin yetişmiş insan kaynakları şayet değerlendirildiğinde hala diğer İslam ve Türki ülkelerden farklı olarak, herhangi bir gelişmiş batı ülkesini bile yönetebilecek niteliktedir.

İronik olarak; Polonya’da meşhur atasözü vardır “Türk atları Vistül’den su içmedikçe Polonya kurtulamaz” diye. Bu bir bakıma Osmanlı’nın adalet ve hakkaniyet anlayışına duyulan bir saygının ifadesidir de. İçeride ve dışarıda mazlum halkların bilinçaltlarında belki hala tarihteki Türk’ü beklediklerini varsayalım. Bugün Türk milliyetçisiyim diyen entelektüel ve siyasi aktörler o beklenen Türk ben miyim diye kendilerine hiç sorabilirler miydi acaba? Veya İbni Rüşt’ü ve İbni Sina’yı baş tacı yapan, ayrıca düşmanı Bizans Kralı Konstantin’in yeğenlerinden ikisinden kahraman vezirler ve diğerinden de Ortodoks ruhban çıkaran koca Fatih kalkıp gelse yüzleşebileceklerine inanıyorlar mı?

Ülkemizin şu ana kadar taşıdığı birikimleri içeride ve dışarıda sürdürebilmesinin yolu düşmanları çoğaltmaktan değil azaltmaktan geçmekte. Yumuşak gücün, iç-dış uzlaşma diplomasisinin, kutuplaştırmamanın, demokrasi ve rıza imalatının, hukukun, refahın sert güçten daha önem arz ettiğini, “Beka sorunumuz” açısından artık fark etmemiz gerekiyor.

SONUÇ YERİNE

Bugün Beka sorunu duyarlılığına, ülkemizde tüm aydın ve siyaset kesimi aynı şekilde yaklaşmıyorsa ortada bir problem var demektir. Bu problemin çözümü de doğal olarak farklı düşünenlerin gaflet veya ihanet içinde olduklarına dair betimlemeden vaz geçmek ve onları anlamaya çalışmaktır.

Türk milliyetçiliğini savunduğunu ifade edenler sıklıkla Osmanlı’ya referans verirler. Ancak savundukları 5 kıtada hüküm süren Osmanlı’nın imparatorluk kültürünün, kendi milliyetçilik anlayışlarıyla çelişkide olduğunu görmeleri gerekiyor.

G 20 üyesi Türkiye’nin, 1914-1915 Osmanlı’sına mı yoksa 16. Yüzyıl Osmanlı’sına mı referans vereceğine karar vermesi belki bu çelişkiyi çözebilecektir.