Taşra milliyetçiliği ise adından da anlaşılacağı gibi, köyde ve gerçek kentte olamayıp, arada taşrada kalan mülksüz ve lümpenlerin sınıfsal olarak da yıkıcı milliyetçiliği olarak gözükmektedir.
Neo Marksist bakış açısına göre, tarım üretim tarzı ile örgütlenen Anadolu coğrafyası, sanayi devrimi, iletişim devrimi ve belki de ardından gelecek yapay zekâ devrimi ile dönüşüme ayak uydurmakta zorlanmaktadır. Çalışan ve bu sebeple açığa çıkan mesleksiz sınıfların batıya karşı öfkeleri artarken rant dağıtan merkez siyaset ve devlete bağımlılıkları artıyor. Bizdeki etkin olan “Taşra milliyetçiliğinin” kaynağı da bu süreç içerisinde okunabilir.
Taşra milliyetçiliği ise adından da anlaşılacağı gibi, köyde ve gerçek kentte olamayıp, arada taşrada kalan mülksüz ve lümpenlerin sınıfsal olarak da yıkıcı milliyetçiliği olarak gözükmektedir. Bu arada maalesef hızlı sosyolojik değişimde kentlerin kent olmaktan çıkıp büyük taşra kolonileri haline geldiğini hatırlatmak gerekiyor.
POLİTİK PSİKOLOJİ AÇISINDAN
Politik psikoloji açısından da irdelendiğinde; yeni kurulan Cumhuriyetimizde, Osmanlı mirası olan, Anadolu’ya göç eden farklı etnik yapılardan Müslüman mülteciler vardı. Ayrıca kendi tercihleriyle, zorunlulukla veya güvenlikleri nedeniyle Müslümanlığa geçmiş- kimlik değiştirmiş insanlarımız da mevcuttu. Tüm bu gruplar, ortak aidiyet Türklüğe, merkeze yani devlete bilinçdışı süreçlerle yaklaşmak için çaba göstermeleri tabi bir şeydi. İdeolojik ve siyasi manada inşa edilen bugünkü milliyetçilik anlayışımızda bu izleri de ihmal etmememiz gerekiyor. Bu anlayışın bütünleştirici anlamda problematiği özellikle Kürt sorunun niteliğinin anlaşılmasında karşımıza çıkmaktadır.
Milliyetçilik ve ortak aidiyet ilişkisinin tutarlılığı, büyük grup kimliğinin çadırının ve direğinin güvenilirliğini belirleyecektir. İçeriden veya dışarıdan üretilen veya gerçek tehdit algıları, bireyleri büyük grup kimliğine yöneltmiştir. Bu da birey kimliğini anlamsız kılıp, kitleleri tarihsel fantezileri ile gerçeklikten zaman zaman koparıp psikolojik gerilemelerine de -regresyon/zamanın kırılması- neden olmuştur.
BATI’DA MİLLİYETÇİLİK
Batı tarihinde ise milliyetçiliği ulus devletlerin oluşumu sürecinden bağımsız düşünemeyiz. Westfalya (1648) anlaşması ve Fransız ihtilali (1789) bu sürecin yapı taşları oldular. Gelişen ticaret, ekonomi ve ona bağlı güç paylaşımı nedeniyle, Papalık, imparatorlar ve tüccarlar (burjuva) arasında yeni bir düzenleme gerekiyordu. Bunun sonucunda din esaslı değil, dil esaslı seküler topluluklar (Nation) uluslar ve devletler tanımlandı. İnsanlık adına yıkıcı ideolojiler ve yeni bir mücadeleler çağı başlamış oldu. Seküler Batı’da milliyetçilik, ulusçuluk ve vatanseverlik olarak yorumlandı. Uzlaşmacı karakteriyle de bu durum yeni tüccar sınıflarının çoğu zaman işine geldi. Toplumu oluşturan farklı unsurların varlığına saygı gösteren ABD ve Avrupa, ortak bir ergime noktasında (melting pot) veya aidiyette kısmen başarılı oldular. Bu oluşan uluslar için Benedic Anderson’un kullandığı “Hayali cemaatler” tabiri akademik dünyada da revaç bulmuştur.
DEVLETİN BEKASI VE MİLLİYETÇİLİK
Osmanlı Devleti dağılmamak düşüncesi veya beka kaygısından, öncelikle bürokratik reformları ilk sıraya aldı. Radikal meşruti ve anayasal reformlar belki bugünlerin temelini attı. Ancak imparatorluğun dağılma sürecini yavaşlatamadı. Osmanlıcılık ortak kimliği, ardından da İslamcılık politikaları, Balkan ve Arap isyanlarıyla artık anlamsızlaşmıştı.
Kemal Atatürk ve arkadaşlarının güvenli coğrafya diye tanımladıkları Kürtleri de içeren 1907 taslağı ve 1920’deki Meclis-i Mebusan’ın “Misak-ı Milli” kararını da bir yana aldığımızda, artık Devlet kendi bekası için kurucu çekirdek unsuru, yani Türkçülüğü ciddiye almıştı.
Böylece modern anlamda ulus tanımı Cumhuriyetimizi ve anayasalarımızı şekillendirmiştir. II. Dünya Savaşı ve sonrası, Soğuk savaş ve Sovyetler’in dağılması süreçleri, Devletin Türk milliyetçiliğine yaklaşımının dozajını da belirlemiştir.
Genç Osmanlı subayları, yeni Vatan, Beka, Türklük kavramlarını ve İttihat Terakki Cemiyeti’nin de eylem modelini oluştururken, İtalyan Carbonari Cemiyeti’nden ve Rus nihilistlerinin örgütlenme modellerinden yararlanmışlardır. Öyle ki o zamandan Teşkilatı Mahsusa ile başlayan gayri nizami harp anlayışı, Osmanlı eski bürokrasisinde rastlanmamasına karşın, bugünlere kadar bir ara NATO’nun da deneyimleriyle geliştirilmiştir.
Yarın: ŞU BEKA MESELEMİZ