Hatta bazen o ilçe şehrin önüne geçer adını duyurmakta, popüler olmakta, olumlu veya olumsuz tüm yansımalarıyla...
Çoğu şehrin “benim ben” diyen şahsına münhasır bir ilçesi vardır...
Hatta bazen o ilçe şehrin önüne geçer adını duyurmakta, popüler olmakta, olumlu veya olumsuz tüm yansımalarıyla... O ilçeliler de yöneltilen “nerelisin” sorusuna, bağlı olduğu ilinden ziyade ilçesinin adıyla cevap verir...
Misal; Hakkari-Yüksekova, İzmir-Karşıyaka, Muğla-Bodrum, Mardin-Midyat, Hatay-İskenderun, Şanlıurfa-Siverek...
Velhasıl-ı kelam böylesi ilçelerin nazı, tuzu, tadı, keyfi, işleyişi, anlayışı, sosyolojik ve kültürel yansıması da şahsına münhasır olur...
Hafta içi “şahsına münhasır benim ben” diyen Siverek’teydim... Çok ama çok sıcaktı hava... Meteorolojinin zikrettiği derece rakamına artı on ekleyin desem bilin ki az gelirdi...
İlçenin iki yüzü var; birincisi modern yapılarla yükselen yeni Siverek, ikincisi de daracık sokakların sağında ve solunda inci tanesi gibi dizilmiş enikli kapılardan eğilerek geçip kocaman avlulara açılan taş veya topraktan yapılmış evlerin olduğu eski Siverek... Benim favorim eski Siverek elbette çünkü bana her daim çocukluğumu hatırlatır o sokakları solumak...
Kara taşlarla döşenmiş daracık küçeleri gezerken, her an tarihin yansıması bir karakter karşınıza çıkacak gibidir...
Bilen bilir bilmeyenlere de takdim edeyim Siverek’in anneden babadan soy aldığım ata memleketim olduğunu...
Siverek’te hiç yaşadın mı derseniz hayır derim fakat her santimini, her cümlesini, mantığını, tarihini satır satır bilirim çünkü her yaz ayında okulların tatil olmasıyla en az bir bazen bir buçuk ayımızı Siverek’te geçirirdik... Bir de ani gelişen vefatlar ile taziyeler vesilesiyle gelirdik... Öyle böyle değildir bölgenin taziyeleri! Resmen ölenle herkesin kendini paralayarak öldürme zorunluluğu varmış gibiydi...
O zamanlar uçak seferleri çoğu şehir için olduğu gibi bizim için hayaldi bu sebepten kabus gibi geçen otobüs yolculuklarımıza eşlik eden bulantı hapları ve bolca siyah poşet zulasıyla varırdık Siverek’e... Bazen otuz saati bulan yolculukları şimdi hatırlayınca bile midem kalkıyor... Havalandırma sistemleri yetersiz otobüslerde yemek kokuları, sigara dumanı, mazot kokusu, ter ve çorap kokuları eşliğinde otuz saat! Bir de o eziyette saatlerce ağlayan bebekler, midesi bulanıp poşetlere istifra edenler, naneli şekerler, “sayın yolcularımız yarım saat çay ve yemek molası verdik” anonsları eşliğinde devam eden yolculuklarda ne isterdim biliyor musunuz; yoldan gelip geçen kamyon, traktör, at arabası kasalarına iltica etmeyi ve o kasalara serilmiş döşeklere uzanıp yüzüme vuran mis kokulu rüzgarlar eşliğinde Siverek’e gitmeyi...
Evet Siverek’te yaşamadım fakat bilirim sokaklarını, taşlarına sinen tarihini, mavi çarşaflara sarılıp nazende nazende yürüyen kadınlarının asaletini, şalvarlı babayiğit erkeklerini, sabahın köründe “datliiii” diye çığıran çocuklarını, enikli kapılardan geçmenin keyfini, komşuluk bağlarını, kendine has “kaburgası kalın” duruşunu, pire için boşa yakılan yorganlarını, sosyolojik okumalara konu olan genetik aşiret yapısını, yurt içinde ve yurt dışında bolca karşılaştığımız akademisyenlerini-sanatçılarını-edebiyatçılarını,hekimlerini-bilim insanlarını, entelektüellerini... Evet Siverek okur-yazar-başarı çıtası en yüksek ilçelerin başında gelmiştir tarihi boyunca...
Ve evet Siverek’i çok iyi bilirim çünkü hiç kopmadım, kendimi bildim bileli her tatilde oradaydım, halâ her fırsatta oradayım... Hatta öyle iyi bilirim ki; hiç tanışmadığım karakterler bile zihnime mimlenmiştir, çünkü televizyon, telefon, tablet, internet yok aksiyon niyetine tek aktivitemiz dinlediğimiz büyüklerimizdi... Öyle bir anlatırlardı ki hepimiz tanımak ve anlamak zorundaymışız gibi... Ki bu vakıf olma durumu halâ dayatılır hepimize... Ha bir de her karakteri ismiyle değil öne çıkan özelliğine atfedilen lakabıyla bilirdik... Laf aramızda bazen öyle komik lakaplar zikredilirdi ki şimdi olsa kavgaya malzeme hakaret sayılacak türden...
Onca komikliğe rağmen gülmeye çok korkardık çünkü komik de olsa kişinin (büyüklere) şahsına saygısızlık sayılırdı ve ağzımızın ortasına tokadı yerdik. Şimdi düşünüyorum da ne çok tokat, terlik, dayak, azar seceremiz varmış çocukluğumuza dair... Keçeye sağlamlık veren eziyetlerden ilham almışlar bizi büyütürken... Ki ne yaptılar bilmiyorum fakat saygıdan doğan korkuyla bu yaşımızda bile büyüklerimizden ödümüz kopuyor bunu da belirteyim...
Siverek Tava’nın, ekşili ayranın ve sıcak tırnaklı ekmeğin verdiği dayanılmaz haz ile Siverek’teydim...
Siverek Belediye Başkanı Ayşe Çakmak’ı da ziyaret ettim “Yeni Vizyonuyla Siverek Başlığını” konuşmak için... Kısa zamanda öğrenmiş zorlukların üstesinden gelmeyi...
”Kaburgası Kalın Siverek” şimdiye kadar hizmet istemek adına hiç çığırtkan olmamış. Bu durum şimdilerde değişmeye başlamış ve hizmet isteme-bekleme kavramı güzel bir yere oturmuş... “Daha yapacak çok işimiz var çünkü Siverek kadim bir yerleşim yeri ve insan profili gerçekten çok donanımlı. Geçmişin izlerine sahip çıkarak yeni vizyonuyla gelişmiş bir Siverek için çalışıyoruz. Aktif, canlı, üretken genç potansiyelimiz çok fazla bu sebepten gençlik çalışmalarımıza da hız vereceğiz. Onları anlamamız ve onlarla ortak paydalarda buluşmamız gerekiyor...”
Evet Siverek Belediye Başkanı Ayşe Çakmak ile söyleşimiz Siverek’in her başlığının altını dolduracak zenginlikteydi...
İlçemden ayrılmadan önce ekşi elmasına, narına, incirine, üzüm bağlarına ve sayısız nimete boy veren bereketli toprağıyla da buluştum... Her şey bir yana ülkemin dağıyla, taşıyla, toprağıyla, bereketiyle buluşmak bir yana... Kendimi buluyorum ve Tabiat Ana ile buluşunca; ruhum, beynim, huzurum, ilhamım tıka basa doluyor...
İşte o gün de Siverek’ten huzurdan yana tıka basa dolup ayrıldım...