Türkiye'de siyâsî iktidârın yönü ne olursa olsun, işin dönüp dolaşıp geldiği yer, toplumsal sorunlarımızın çözülüp çözülmediği oluyor.
Türkiye’de siyâsî iktidârın yönü ne olursa olsun, işin dönüp dolaşıp geldiği yer, toplumsal sorunlarımızın çözülüp çözülmediği oluyor.
Ekonomik durumumuzun düzlüğe çıkması, halkın üç hâneli enflasyon altından ezilmekten kurtulup iki hâneliden bile rahatsız olması, petrolün içilse de bitmemesi, 70 cent’e muhtaç olduğumuz gerçeğini gençlerin espri zannetmesine rağmen, bir şeylerin hâlâ ters gitmesi gösteriyor ki, sâdece parayla saadet olmuyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kültürel iktidar olarak tanımladığı eğitim, kültür, sanat, din, spor, turizm ve benzeri konularda yaşadığımız nitel sorunları ele alıp çözmeye başlamamız gereken dönem çoktan geldi.
Bu bağlamda sâdece eleştirerek felâket tellallığı yapmak yerine, çözüm önerisi olarak üç yazı yazmayı plânlıyorum. Maddî olarak ne kadar zenginleşirsek zenginleşelim, bizi cenderede tutan ve kurtulmazsak tutmaya devam edecek üç düşmanımız var. Bu düşmanların üçü de içeridedir ve bizim kültürümüze uyum sağlayıp kamufle olmuş durumdadır: Pozitivizm, Eşârîlik ve Orientalizm.
Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı sırasında Balkanlar, Kafkasya ve Filistin’de üç cephede savaşıp sonunda Anadolu’ya sıkıştırılması gibi, Türkiye Cumhuriyeti olarak biz de üç ayrı cepheden kuşatılıp sosyal olarak sıkıştırılmış durumdayız.
Pozitivizm: Kimine İlaç Kimine Mikrop
Pozitivizm, bizi üç koldan kuşatmış ve zayıf düşüren hastalıklardan biridir. Bir çocuğun büyümesini engelleyen hastalıklar gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyümesini engellemektedir. Ne oldurmakta ne de öldürmektedir.
Pozitivizmin geldiği yer Batı’dır. Dolayısıyla aleyhinde laf söyleyenin “aforoz” edildiği en korunmalı düşmandır. Nedense Hristiyanlığa karşı oluşan Pozitivizm’e laf söyleyenler, bir Hristiyanlık uygulaması olan aforoza mâruz bırakılmaktadır.
Pozitivizm, Batı’nın kendinde teşhis ettiği hastalıklarından kurtulmak için geliştirdiği ilaçlardan biridir. Önemli ölçüde başarılı olduğu inkâr edilemez. Batı’nın kendi sosyal bünyesindeki hastalıklara göre, yine aynı sosyal bünyenin yapısı dikkate alınarak geliştirilen bu ilacın elbette yan etkileri vardır. Batı, bu yan etkilerin bâzılarının sonuçlarını başka ilaçlarla gidermeye çalışırken, bâzıları ise kalıcı hasarlar bırakmış durumdadır. Ama neticede, tüm dünyâda bir Batı hâkimiyeti ve Batı düşüncesi hegemonyası vardır.
Bu hegemonyayı en ağır tecrübe eden devletlerden biri de öncesinde Osmanlı, sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’dir. Sosyal yapımıza ontolojik açıdan en büyük darbeyi vurmuş olan Pozitivizmin hegemonik özellikleri sebebiyle, ilaçtan çok zehir olduğunu anlamak kolay değildir. Pozitivizm mikrobu, Batı’daki kendi habitatının dışına çıktığında doğal bir kılıfa sokulup medeniyetin kaçınılmaz olgusu olarak sunulduğu için, bu hegemonyaya rıza göstermemek neredeyse imkânsız hâle gelmektedir.
Sosyal yapımıza Tanzimat Fermanı (1839) ile zerk edilen bu sözde ilacın olumsuz yan etkilerinden kurtulmak, başka ilaçların kullanılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Tansiyon için kullanılan bir hapın, şekeri yükseltmesi; onu düşürmek için kullanılan ikinci bir ilacın yan etkisine karşı üçüncü bir ilaç kullanılması gerektiği gibi, kısır bir döngünün içinde kalınmaktadır.
Mâturudî bir anlayışla dünyâya hükmederken, Vahdet-i Vücud’tan, Eşârîlik etkisiyle Vahdet-i Şühud’a geçen sosyal yapımızda kısa zamanda ortaya çıkan hastalıklar, devletin iktisâdî yıkımını da berâberinde getirdiği için Osmanlı, ne Vahdet-i Vücud ne de Vahdet-i Şühud’un kabul edemeyeceği bir materyalist ontolojinin kucağına düşmüştür.
Allah’ın varlığını inkâr ederek Orta Çağ karanlığından çıkacağına inanan Batı, Saint-Simon ve Auguste Comte’un “Bilim Kilisesi”nin kapısını çalmaktan daha fazla bir şey yapamamıştır. Batı, bu kadar kısır bir düşünce yapısını, pazar tezgâhında öne mosturalık gibi koyup, çürükleri tezgâhın arkasına gizlediği için, biz de yıllardır aynı kapıda bekleyip duruyoruz.
Batı, Pozitivizmin yan etkilerini “dinde reform” ile azaltma yoluna giderken, başka coğrafyada aynı ilacı kullanan bizlerin aynı yöntemle yan etkilerden kullanma lüksümüz yoktu. Ama 1839’dan 1920’lere kadar geciktirilen bu lüks müdahale, her türlü fakirliğe rağmen sonunda uygulamaya kondu. Eşârîlik de kendine Pozitivizm yerine, Mâturidîliği düşman seçtiği için, meydanı boş bulan Pozitivistler, başka hiçbir toplumda bulmadıkları bir rahatlıkla hegemonyalarını tesis ettiler.
Al Kemalistlerden Vur FETÖ’ye
Bu hastalık, hegemonik bir şekilde, fârenin yemek için üflemesi gibi içimizi kemirmeseydi, berâberinde gelen hâinlik hastalığından da kolayca kurtulurduk. Tek tek birey olarak bakıldığında hepsi temiz görünen insanlar, çoğunluğunu ele geçirdikleri ordumuz gibi kurumlarda vatan hâinliğinin daha önce görülmemiş örneklerini göstermezlerdi. Vatan savunması için yetiştirilen komutanlar, kendi vatanlarını pazarlık masasına koymazdı. Bunu, 1960 ve 1980’de Kemalist kostüm ile yapanlar, Mit Tırları olayında, 17-25 Aralık’ta ve 15 Temmuz’da FETÖ rengine boyanmazlardı.
Bir Türk subayının Almanya’ya veya Yunanistan’a sığınmasının bence tek mantıklı açıklaması, bu yazının konusu olan Pozitivizm ile ikinci yazının konusu olacak olan Eşârîliğin arasında kalmış olmasıdır.
Bir bilim insanının ülkesinin menfaatlerine değil de, başka ülkelerin menfaatlerine öncelik vermesinin sebebini, çok derinlerde Pozitivizm ile Eşârîlik arasında kalmaktan başka bir şey ile açıklayamıyorum.
Bir siyâsetçinin ülkesini Avrupa’ya şikâyet etmesini ve siyâsî ikbâl için Batı’dan medet ummasını, Eşârîlik etkisi altındaki dinî hayâttan kurtulmak için Pozitivizm’e sarılmaktan başka bir şey ile izah edemiyorum.
Bir gazetecinin, her türlü muhalif görüşe rağmen, kendi ülkesinin iktidârına karşı, yüz sene önce bu devleti sömürge yapmaya çalışan devletlerle iş birliği yapmasının yüzeysel sebeplerini bir tarafa koyarsak, başka neyle açıklayabiliriz?