İktisatçılar arasında geçen önemli tartışmalardan birisi de kalkınma ve büyüme ilişkisidir.
Kalkınma bir ülkenin vatandaşlarının üretim kapasitesinde ve yaşam standartlarında büyüme ile toplumsal örgütlenmesinin daha etkin hale gelmesi anlamına gelir. Büyüme ise bir ülkenin üretim kapasitesindeki artışı gösterir. Yani Kalkınma Büyümeyi içerir. Eğer bir ülke kalkınıyorsa muhakkak üretim kapasitesinde de artış olması zorunludur. Ancak bu, her büyüyen ülkenin kalkındığı anlamına gelmez. Eğer büyüme eşitsiz gelir dağılımı altında gerçekleşiyorsa, o zaman, ülkedeki bir azınlık zengin grubun yaşam standardı çok hızla artarken çoğunluğun yaşam standardı görece daha yavaş artar. Dolayısıyla büyümenin etkisi halkın çoğunluğunun gelirlerine ve yaşam standardına yansımaz. Öte yandan eğer bir ülke hızla büyürken bu büyümeye uygun toplumsal örgütlenme sağlanmazsa, o takdirde, yine kalkınma sekteye uğrar. Dilerseniz bu kavramları açalım.
Milli Servet ve Sermaye Stoku
Büyüme ve kalkınma kavramlarını incelerken bunların bazı iktisadi olguların artış hızı olduğunu bilmemiz gerekir. Bunun için milli servet ve sermaye stoku kavramlarını inceleyelim. Sermaye stoku üretimde kullanılan ana faktör olan sermayenin ülkedeki toplam değerini verir. Ancak sermaye dört farklı türde bulunur. Bunlar: Altyapı sermayesi, fiziki sermaye, beşeri sermaye ve mali sermayedir. Altyapı sermayesi üretim sürecinde kullanılan bina, yol, demiryolu, liman, baraj gibi gayrimenkul varlıklardır. Fiziki sermaye üretimde kullanılan her türlü makine teçhizat iken, beşeri sermaye de üretim sürecinde kullanılan birikmiş bilgidir. Son olarak mali sermaye ise, bir ülkede zaman içinde birikmiş tasarrufların toplamından oluşur. Bu dört sermaye türü birbirinin yerine geçmez, yani üretimde farklı görevleri üstlenir. Bu da, bu dört sermaye türünün birbirinin tamamladığı anlamına gelir.
Milli servet bir ülkenin sermaye stokunun, doğal kaynaklarının ve kültürel ve tarihi varlıklarının değerlerinin toplamından oluşur. Doğal kaynaklar içinde su kaynakları, ekilebilir arazi, madenler ve ormanlar yer alır. Doğal kaynakları ikiye ayırabiliriz. Yenilenebilir kaynaklar ve yenilenemez kaynaklar. Rüzgâr ve güneş enerjisi gibi enerji kaynakları ile denizlerde bulunan balık popülasyonları ve ormanlar yenilenebilir kaynaklardır. Ancak orman ve balık popülasyonları gibi kaynaklar, kendi kendilerini yeniden üretebilmek için belli doğa şartlarının var olmasına ihtiyaç duyarlar. Çevre kirliliği ve dengesiz şehirlileşme bu kaynakların kendilerini yeniden üretebilme şartlarını bozabilir. Madenler ve ekilebilir arazi ile kimi su kaynakları ise yenilenemez kaynaklardır. Bunlar üretim arttıkça azalırlar.
Kültürel ve tarihi varlıklar ise o ülkenin tarihi mirası olan abideler ve ülke kültüründe iz bırakmış sanat eserleri benzerinden oluşur. Doğal kaynaklar için kabaca bir değer biçilebilse bile kültürel ve tarihi varlılar için paha biçilemez. Kim Aya Sofya’nın veya Anıtkabir’in parasal değerini ölçebilir? Mümkün değildir.
Büyüme ve Sermaye Birikimi
Büyüme özü itibariyle sermaye birikimine dayanır. Çünkü yenilenemeyen doğal kaynaklar üretim süreci ile azalırken, yenilenebilir kaynaklar ancak kendi varlıklarını idame ettirirler. Öte yandan sermayenin her çeşidi kapitalist bir üretim sürecinde artmaya, büyümeye eğimlidir. Zaten sermaye stoku büyümezse, yani sermaye birikimi durursa, kapitalist ekonomik sistem de çöker. Bu yüzden büyüme oranın etkileyen iki temel üretim faktörü vardır: Emek ve sermayenin büyüme hızları.
Her toplumun uzun dönem denge büyüme oranı o toplumun nüfus artış hızı, sermayeyi yenileme hızı ve üretkenlik artış hızından oluşur. Üretkenlik artış hızı teknolojik gelişme ve emeğin verimliliğinde artış hızlarının toplamından oluşur. Tabiî ki, bu bütün ekonominin toplam değerleri için ifade edilmiştir. Bu ilişki, her bir sektör için ayrı değerlerde olabilir.
Sermaye türlerinden hangisinin ne kadar miktarda kullanılacağı sektörden sektöre farklılık gösterir. Bir ülkenin hem tek tek sektörlerinin hem de ülke ekonomisinin dengeli büyüyebilmesi için dört farklı sermaye türünün de orantılı büyümesi gerekir. Eğer bir sermaye tipi uzun bir müddet boyunca diğer sermaye türlerine nispetle aşırı büyümüşse, bu muhtemel bir krize yataklık eder.
Örneğin Türkiye’de 1960’lı yıllar fiziki sermayenin, 1980’li yıllar altyapı sermayesinin, 1990’lı yıllar mali sermayenin, 2000’li yıllar beşeri sermayenin ve 2010’lu yıllar yine altyapı sermayesinin diğer sermaye tiplerine nispetle aşırı büyümesi ile özdeşleşmiştir. Hemen soru gelecek: “Hocam fazla mal göz çıkarmaz! Ne olur fazla sermaye biriktirmişsek?” Mesele bu kadar basit değildir. Örneğin her tarafı yol, baraj, köprü gibi alt yapı sermayesi ile donatırken bu alt yapı sermayesi ile aynı oranda fabrikalarınızı, eğitilmiş uzman personelinizi ve mali sermayenizi arttıramazsanız, o yollar atıl kalır, köprüler boş kalır, hastaneler ve adliye saraylarınız kendi maliyetlerini çıkaramazlar. Sonuç inşaat sektörünün krize girmesidir.
Başka bir örnek de beşeri sermayeden olsun. Son zamanlarda sosyal medya ortamlarında arz-ı endam eden kendilerine de yanlış bir tabirle “ekonomist ”denilen ve Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşan bazı mühendis kökenli Atlantik ötesinde devşirilmiş kimseler “Fen Lisesi açalım, insan yetiştirelim, sorunlarımızı çözeriz!” diyorlar. Arkadaş, genetik mühendisi (beşeri sermaye) yetiştirirsin ama onun çalışacağı iş ortamı (girişim), üretim tesisi (fiziki sermaye) ve bunları finanse edecek fonlar (mali sermaye) yoksa bu mühendisler ne yaparlar? Ya üç kuruş on paraya “call center’da” çalışırlar ya da bir yolunu bulup Batı’ya kaçarlar. Bildiğiniz beyin göçü. Eğitime plansız yatırım ülkenin üretim kapasitesinin artmasına değil azalmasına yol açar.
Hülasa büyüme toplamda sermaye birikimine bağlı olsa da, farklı sermaye türleri arasındaki orantının kopmaması, bunların dengeli büyütülmesi gerekir. Bu da ciddi bir planlama ve tutarlı bir sanayileşme – enerji – teknoloji – eğitim politikaları bileşimiyle sağlanır. Memleket “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali idare edilmez.
Cuma’ya kalkınmayı ayrıntılandıracağım.