Hemen hemen herkes genel bir şaşkınlık içindeyiz. Teknolojik yenilikler, eskiden hayâl olup da şimdi gerçekleşen olaylar, toplumdaki anlam veremediğimiz davranış şekilleri gibi birçok şaşkınlık sebebimiz var.

Yazının başlığını okuyup da, “Ne şaşırması yahu, ben hiç şaşırmıyorum ki! Her şey gâyet normal. Şaşıracak ne var?!” diyecek kimse yoktur herhâlde. Diyen varsa da, ya duygusuz biridir, ya da her şeyin cevâbını bulmuş olduğunu iddia edecek kadar sahte bir olgunluk ve yüksek bir enâniyet sâhibidir.

Hemen hemen herkes genel bir şaşkınlık içindeyiz. Teknolojik yenilikler, eskiden hayâl olup da şimdi gerçekleşen olaylar, toplumdaki anlam veremediğimiz davranış şekilleri gibi birçok şaşkınlık sebebimiz var. Büyük orandaki çoğunluğun şaşırmasına ve şaşkınlık içinde olmasındaki bütün mesele, ön kabullerimizin bizi soktuğu kalıbın, içinde yaşadığımız zamânın ölçülerine uymayıp ya büyük ya da küçük gelmesidir. Kendimizi oluşturup anlam dünyâmızı inşa ederken, vidaları ve somunları o kadar sert sıkıyoruz ki, vidaların ve somunların dişlileri bir daha açılamayacak şekilde sabitleniyor. Betonarme bir hayat inşa ediyoruz ve bu betonarme yapının esneme payı neredeyse hiç yok ve öngörülemeyen sarsıntılara karşı pek de dayanıklı değil.

Bu şaşırma ve şaşkınlığın daha vahim ve acı sebebi ise, bu kalıpları başkalarının inşa etmesi veya başkalarının kendileri için – bizi hiç dikkate almadan – inşa ettikleri kalıpları, sefil bir kolaycılık ve utanç verici bir tembellikle, oldukları gibi kopyalayarak almamız ve içine girmeye çalışmamızdır. Bu kalıpların bize uygun olduğunu, üstümüze olduğunu düşünmek, kendimizi kandırmanın en akılcı(!) şeklidir.

Sosyal güven

Yerçekimi kanunu, merkezkaç kanunu, suyun kaldırma kuvveti gibi fizik kanunlarının verdiği güven hissini, bir sonraki gün neyle karşılaşacağımızdan emin olmadığımız sosyal hayatta da yaşamak istiyoruz. Bu his oldukça insânî ve kişiye yaşama enerjisi verme açısından kaçınılmaz. Sanayi Devrimi’nden sonra eski anlamları kaybolan sosyal hayatta insana bu güveni yeniden vermek için yola çıkanların (Auguste Comte, Saint Simon, vb.) kurdukları Sosyoloji bilimini materyalist bir zemine oturtmaları günümüzde pek de güven vermeyen bir sonuçlar ortaya çıkarmış durumdadır. Bu güvenin laboratuvarlarda, test tüplerinde, matematik ve fizik formüllerindeki kesinlik gibi mutlak ve garanti olmadığını anlayalı çok oldu ama, bize yine kendimize “pahalı tatlı yalanlar” söylemeye ve söylenenlere inanmaya devam ediyoruz.

Bize pahalıya patlayan bu tatlı yalanlar ortaya çıkınca şaşırıyoruz, hayâl kırıklığına uğruyoruz. Ancak sâdece uğramıyoruz, orada kalıyoruz. Çünkü bizi hayâl kırıklıklarından çıkartacak araçlarımız, başka ve özgün kalıplarımız, uygun şekil ve metotlarımız yok.

Stanislavski’nin tavsiyesi

Uygun ve değişken kalıp ve metotlarımızı oluşturma konusunda ünlü Rus tiyatro sanatçısı ve yönetmen Konstantin Stanislavski’ye kulak vermekte yarar var.

1931 yılında ABD’den iki üniversite öğrencisi, eserlerini okudukları Stanislavski’yi bizzat gözlemlemek ve onun sanat metodunu daha iyi anlamak için Moskova’ya gelirler. Amaçları Moskova Sanat Tiyatrosu’nun bir benzerini Amerika’da kurmaktır. Tiyatroda kullandığı yöntemlerin kısıtlayıcı hâle gelme ihtimâli sebebiyle, yazılı hâle getirilmesine bile sıcak bakmayan ünlü Rus yönetmen, Soğuk Savaş’ın henüz başlamadığı yıllarda ABD’li iki öğrenciyi şu sözlerle şaşırtır:

“Moskova Sanat Tiyatrosu’nu taklit etmemelisiniz. Kendinize özgü bir şey yaratmalısınız. Eğer taklit etmeye kalkarsanız o zaman sâdece geleneksel olanı tâkip etmiş olursunuz. İlerleyemezsiniz. Bizim metotlarımız, bize uygundur çünkü biz Rus’uz, bu ülkedeki özel insanların oluşturduğu bir grup

Rus’uz. Deneyerek, değişerek, artık eskimiş olan her türden gerçeklik algısını alıp yerine daha tâze, gerçeğe her zaman daha yakın, çok daha yakın olanını koyarak öğrendik. Siz de aynısını yapmalısınız. Ama bunu bizim değil, kendi usûlünüzde yapmalısınız.”

“Çalışmak, gözlemlemek için buradasınız, kopyalamak için değil. Sanatçılar, kendileri adına düşünmeyi ve hissetmeyi öğrenip yeni biçimler bulmak zorundadır. Başkalarının yapmış olduğuyla asla yetinmemelidirler. Sizler Amerikalısınız, bambaşka bir ekonomi sisteminiz var. Günün farklı saatlerinde çalışıyorsunuz. Farklı yiyeceklerle besleniyor, farklı müzikleri dinlemekten keyif alıyorsunuz. Konuşmalarınızdaki ve dans edişinizdeki ritimler farklı. Ve eğer başarılı bir tiyatroculuk ortaya koymak istiyorsanız, tüm bu söylediklerimi göz önünde bulundurmak zorundasınız. Bunları, kendinize özgü metodu yaratmak için kullanmalısınız. Bu şekilde yaratacağınız metot da bugüne kadar bulunmuş metotlar kadar gerçekçi ve harika olacaktır.”(*)

Şaşırma, şaşırt

Binlerce kilometreyi 1931 yılındaki imkânlarla havayolu ile gelirken, ağzından çıkacak her kelimeyi âdeta kutsal bir emir gibi bellemeye kendilerini şartlandıran bu iki ABD’li öğrenci, bu sözler karşısında şaşkınlık içindeydi. Onca yolu bunları duymak için gelmemişlerdi. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Stanislavski’nin provalarını canlı izleyince sanatlarında doruğa çıkacakları merdivenin basamaklarına adım atacaklarını hayâl ederken, öyle bir merdivenin olmadığını anlamak onları tedirgin etmişti.

Gördüklerini kopya edip olduğu gibi uygulamak kadar câzip bir kolaycılık umuyorlardı ama, Stanislavski onlara bambaşka bir “oyun” oynamıştı. Bu oyun, onların gözlerini açmış ve gerçeğe yakınlaştıklarını hissedecekleri yöntemi bulmalarının önünü açmıştı.

Stanislavski, her an anlam arayışı ve anlamlandırma içindeydi. Kendi arayıp bulduğu yöntemlere, kendi inşa ettiği şekillere bile kalıcı gözle bakmıyor; arıyor, araştırıyor, değişiyor, değiştiriyor ve yeni biçimlerin, yeni şekillerin, yeni anlamların peşinde koşuyordu. Tiyatroda “Stanislavski Sistemi” olarak bilinen sistem hep değişim içinde olan bir sistemdi. Bu sistem, şaşırmayı engelliyor ve etrâfını şaşırtıyordu.

Şaşkınlık değil hayret

Hz. Ali’nin “Allah’ım hayretimi arttır” diye bir duâsı vardır. Hayret, şaşkınlığın tam tersine, kişiyi araştırmaya yönlendiren ve bulduğuyla yetinmemeye sevk eden bir duygudur. Hayret, bizim yeni şeyler görmek için bakmamızı sağlar. Eskilere bağnazca ve yobazca takılıp kalmamızı engeller. Bu bağnazlığın sebep olduğu kör edici şaşkınlığa düşmekten korur.

Dünya bu kadar hızlı değişirken, bizim temel ahlâkî değişmezlerimizi iyi tespit edip kaçınılmaz olan değişime uyum sağlamamız, bize bu değişimin nesnesi değil, öznesi olma imkânı ve fırsatı verir.

(*) Stanislavski, Konstantin (2020). Bir Karakter Yaratmak. Pozitif Yayınevi, İstanbul. (s. 14-15)