"Camiye namazı cemaatle kılayım diye gittiğimde, her seferinde kafama bir şeyler takılıyor.
“Camiye namazı cemaatle kılayım diye gittiğimde, her seferinde kafama bir şeyler takılıyor. Evde kılmayı tercih ediyorum.” demişti arkadaşım.
İlk başta kulağa hoş gelmiyor.
Aslında hiçbir zaman hoş gelmez.
Ama anlaşılır veya rahatlıkla yaşanmışlıklara yaslanarak empati kurulabilir tarafları var.
Onun bu çarpıcı cümlesinden sonraki açıklamalarından iki cümlenin altını çizmiştim hafızamda:
İlki bir kısım cemaatin, cemaatle namaz kılmanın sevap ve faziletinden çok işe “sosyal aksiyon ve çevreye hâkim olmak endişesi” ile geliyor oluşu ve ikincisi de bunu doğrular mahiyette saf tutarken bir başkasının kendisine değmesinden sıkıntı duyarcasına tuhaflıklar sergilemesi.
Cemaatle namaz kılmanın önemini geçiyorum. Herkes biliyor. Kolay ulaşılabilir bilgidir.
Safları sıklaştırmanın faziletine dair bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Bir iki saf bile olsa, saflarda boşluk olması doğru değildir. Birbirine çok sıkı durmak lazımdır. Eshab-ı kiram safları çok sıkı yaptıkları için, elbiselerinin omuzları sürtünmekten eskirdi. Üç kişi bile olsa arada boşluk olmamalı, sıkı durmalı. Sıkı durmak, dışarıda insan kalmaması için değil, sünnet olduğu içindir.”
“Elbiselerin omuzlarının eskimesi…”
Burada üzerinde durulması gereken, Allah’ın huzurunda dünyaya ait bütün rütbelerden sıyrılmış ve her biri kendini diğerinden daha aşağı gören müminlerin kardeşliği ve samimiyeti…
Diğeri de ibadet sırasında Allah’ın huzurunda dünyadan kopmak, elbisenin eskimesini, ütüsünün bozulmasını, markasını, fiyatını hiç ama hiç akla getirmemek.
Buraya kadarki durum, ibadet eden ve hatta bunu ibadethanede ve mümin kardeşleriyle birlikte yapanların ruh haline ait bir acayiplik.
İsterseniz, “Hadi canım. Abartıyorsun. Yok böyle bir şey!” deyip atın kenara.
Keşke yok demekle yok olsa…
Camideki manzara ahiret için olanla, dünyalık bağın arasında “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim!” diyen Efendimizin ahlakını ıskalamakla ilgili bir çelişki ve çile.
Hazreti Ali’nin ayağındaki oku çıkarmak için bayıltmak lazım geldiği tartışılırken, Allah’ın aslanı mübareğin, “Ben namaza durayım. O sırada ne yapacaksanız yapın. Hissetmem!” menkıbesi, tam da bu halimiz içindir.
Diğer taraftan aynı arkadaşımın sevgili Bedri Gencer Hocamın İslam’da Modernleşme kitabından paylaştığı şu paragraf, yukarıdaki vaziyete ışık tutacak mahiyettedir:
“Apolojetler (inanç savunucuları) anlamaktan çok bayraktarlık yapmaya, izah etmekten çok desteklemeye çalışırlar. İslam’ı yaşamak veya anlatmaktan çok, onu Batılıların açtığı yolda savunmakla uğraşan İslamcılar, asıl yapmaları gereken şeylerden sürekli uzak kaldılar...”
Batının üzerimize zorla giydirdiği aşağılık kompleksinin kölesi haline geldiğimizin farkında olmadan bu kompleksi giyim/kuşam, marka, sosyal çevre ve iğreti alışkanlıklarla ört bas etmeye çalışarak İslam’ın entelektüel cihatçıları havasıyla fikir çatışmalarına girmek…
Bu yolda yine Batının referanslarına ve İslam’ın reformistlerine atıf yapmayı, aşağılık kompleksinin doğal tezahürü olarak papağan gibi tekrarlamak ama Nizamiye, İznik, Fatih Medreselerinin zirve isimlerini ve sonuçta yine Efendimizin ahlakını ıskalayarak halimize çıkış yolu aramak…
Hani bizi yüzyıllar sonra sıkı bir dövdüler ya…
Tanzimat’ta başladılar tokatlamaya…
Vahdettin Han gözyaşları içinde terk-i vatan ederken nakavt olduk.
Ardından toparlanıp ayağa kalktığımızda bizi sözde ayağa kaldırmak için kolumuza girenin de farkında değildik…
Yırtık gömleğimizin düğmelerini iliklemeye çalışırken de ellerimiz titriyordu ve ilk düğmeyi yanlış iliğe geçirdik.
15 Temmuz’un yıldönümündeki insan selinin vatan sevgisini, samimiyetini, kardeşliğini camilerimize sosyal hayatımıza ve çevremize taşıyıp “ahlâk” haline getirebildiğimizde rövanşı almış olacağız.
Burada mesele rövanş almak değil, o dayakta yitip giden hafızamıza kavuşmaktır.
Olacak inşallah.