Nüfusumuz çoktu…

Nüfusumuz çoktu…

Potansiyelimiz de…

Fakat neredeyse her sahada “adam kıtlığı” yaşıyorduk.

Futbolda sıradan bir şehrimiz kadar olmayan ülkelerin çıkardığı milli takımlarla baş edemiyorduk.

Bilim adamından sanata, spordan siyasete bir kıtlık vardı sanki…

Dandik Eurovizyon’da sonuncu olmamayı başarı kabul ediyorduk.

Öyle olduğu için de medyanın gözümüze sokup “star” olarak pazarladığı abuk sabuk tipler tavada bir iki çevirince hemen pişiyor, “kanaat önderi” tripleriyle ahkam kesmeye başlıyordu.

Çoğu kabiliyetsiz bu sahte starlar öyle yüksek yerlere konumlandırılıyor ve muhtemel gerçek kabiliyetlerin yolu öylesine kesiliyordu ki, hapishanede kapı altından ittirilen yemeğe muhtaç mahkumlar gibi servis edilene rıza gösteriyorduk.

Sonuçta, medyanın mikseri gazetenin, mikser yazarı gün geliyor itiraf ediyordu; “Her sahada vitrine çıkacak olanları biz belirleriz!”

Kriterlerinin neler olabileceğini tahmin etmek hiç de zor değil.

“Sanatçılardan tepki!”

“Aydınların bildirisi!”

“Akademisyenler karşı çıktı!”

Bu ve buna benzer tokmaklarla kafamıza vurabilmek için, o sözde sanatçıların, o sözde aydınların, o sözde akademisyenlerin vs. tam bir itaatle kendilerine bu sıfatı bahşedenlerin dediklerini yapmaları gerekiyordu.

Gezi olayları sırasında kol kola girip bütün Türkiye’yi ateşe vermek isteyenlerle bugün ordumuz kahramanca savaşırken “Savaşa hayır!” itirazını yükseltenler aynı kapta hacet gideren ve aynı kaptan yalananlar…

Bunların bir kısmı zoru görünce çetenin adalet ayağındaki kriptolar eliyle yurt dışına kaçmışlar ve efendilerinin kucağında pozisyon almışlardı.

Konjonktüre göre bu tipoloji sosyalist oldu, komünist oldu, Amerika’ya karşı çıktı, sonra Amerikancı oldu, Batılı oldu, Batıcı oldu, özgürlükçü oldu, darbeci oldu, Kürtçü oldu, Fetöcü bile oldu.

Bunların tıyneti müsait, imam da olurlar, fahişe de…

Ama bırakın yerli ve milli olmayı insan bile olamadılar.

Olamazlar da…

Çünkü onlar, onları vitrine çıkaranlar tarafından yerli ve milli olanların arasından seçilmediler ki…

Tamam ırkçı değiliz… Kimseye inanç dayatmıyoruz… Özgürlüğe eyvallah…

Fakat kazıyın sahte kimlikleri, altından ne çıkacak görürsünüz.

Bu ülkenin sözde maço özde fetöcü şarkıcı yönetmeni sevgi, kardeşlik, barış martavalıyla filmlerinde eşcinselliği aklamak için çırpınmadı mı?

Sapıklık ve rezillik “sanat” kılıfıyla pazarlanmadı mı?

Magazin programlarında o erkeğin kucağından bu erkeğin kucağına sözde aşk yaşamak için devremülk hayat kadınlığı yapanlarla, vesikalı çalışanlar arasında ne fark var?

Ya makyajlı, kırıtık, yumuşak erkeklerin ikonlaştırılması?

Rasgele işler mi bunlar?

Arkasından beyanatlar:

“Savaşa hağğğyıııığr!”

Aman Yarabbi!

Bizim münevverlerimizin neden sesi çıkmıyor?

Söyleyeyim:

Yorgun ve bıkkınlar… Cüretkâr ve hırslı değiller…

Bırakın sanatı, bilimi, mevzu din olunca bile İslam alimi yerine mealci, reformist, mezhepsiz şarlatanların pohpohlandığı vasatta, elbette ehil insanlar uzleti tercih edecekler…

Biz de toplum mühendislerinin pazarladığı cücüklerle kafayı yemeye devam edeceğiz.

Fakat bu böyle gitmemeli…

Seksen milyon oluşumuzun hakkını verip, yılan dillilerin başını ezmeyi bilmeliyiz artık…

Onlar “Savaşa Hayır” diyedursun, Mehmetçiğin geçtiği yollarda kurbanlar kesiliyor, dualar ediliyor…

Rezilliğin can çekişmesi diyelim en azından…