Türkiye'deki ilk salgın vakasının üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti.

Türkiye’deki ilk salgın vakasının üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçti. Biz geçen seneyi ilk defa ramazanı evlerimizde geçirmenin hüznünü yaşamıştık. Seneye bir araya geleceğiz ümidiyle sabretmiştik. Ama Allah’ın isteğinin dışında bir şey olamayacağına inan bizler için olan bitende büyük hikmetler vardır. Oruç ayı sabır ayı Ramazan-ı Şerifi ikinci kez evlerimizde sevdiklerimizden uzak çekirdek ailelerimizle geçirmeye başladık. Buna da şükrediyoruz. Üzerimizden yağan bombalar yok, sıcak evlerimizdeyiz, aşımız önümüzde, sıcak yatağımız her gece bizi beklerken neyin tasasında ve feveranında olabiliriz? İsteklerimizi dizginleme ve Hazreti Ali’nin dediği gibi Allah’ımı isteklerimin olmamasıyla bildim düsturundan hareketle bu ayı sabır içinde geçirebilme ve bir yandan da ümidi elden bırakmamayı öğreniyoruz.

Hayat ümit ve korku arasındadır

İnsan sürekli gelişim içinde olan bir canlıdır. Tabii tefekkür edenler için tekâmül kapısı açıktır. Tekâmül ederek kâmil insan veya olgun insan olabilme yolunda ilerleyebilmeyi umut ederken bir yandan zaman zaman ümitsizliğe düşerek acı çekebiliyoruz. Acı çekmek dahi olgunlaşma yolunda gerekli bir duygudur. Ama acı çekmeyi bir sömürü aracı ve kendimize acıma haline getirirsek o tekâmül yolunda bizi ileriye götürmez. Ancak yerimizde sayıp sağlığımızı yitirmemize neden olur. Oysa ilerlemek için sürekli ileriye bakmak ve geride kalanları geride bırakmak gerekiyor. Yargılamadan ama yanlışları da görmezden gelmeden hayattan bir analiz çıkarabilmeliyiz. İnsan en büyük acıyı bile yaşasa baharın gelişiyle ağaçlardaki tomurcuklanmayı, çiçek açmayı gördüğünde içi kıpır kıpır olmaya heyecan duymaya başlar. Ağacı yeşerten kudret karşısında insanın umutsuzluğa kapılması bir hezeyandır. Öte yandan korku insanı yaşatan ayakta diri tutan ve savunma mekanizması geliştiren bir duygudur. Umut ve korku ikiz kardeş gibidirler. İnsan yapı itibariyle rahata düşkündür. Her an kaybedebilirim korkusu insanı Allah’ından emin eder kendinden değil. Bu iki uç arasında gidip gelmeye hayat diyoruz.

Bu da geçecek

Öyle ya zaman dediğimiz şey yerinde duruyor mu? İşte kaç yaşına geldik. Neler yaşadık, yaşıyoruz, yaşayacağız. Bu yaşadıklarımız da geçecek. Ama sabır edersek bu günleri avantaja çevirecek şekilde meşgul olursak bu sıkıntılar geçtiğinde ileriye sıçramak birçok insana göre daha kolay olacaktır. Zor zamanı sabır ile geçiriyoruz. Oruç ibadeti ile sabrediyoruz. Evin içinde dışarıya ancak temel ihtiyaçlarımız ve zorunlu işlerimiz için çıkıyoruz. Dostlarımızı aylardır göremiyoruz. Salgından önce ayda en az iki, üç kez görüştüğümüz arkadaşlarımızla bir araya gelmiyoruz. Sınava hazırlanan gençlerimiz de büyük bir imtihandan geçiyorlar. Hem sınava hazırlanıyorlar hem de gençliğin verdiği duygu yoğunluğunun yanı sıra kısıtlanmış bir hayat yaşıyorlar. Katmerli sınav aslında onlarınki. Ya da üniversiteden mezun olmuş ama bu dönemde iş bulamayan çok genç var. Bu da onları bunaltıyor biliyorum. Esnaf olup kredi borcu olanlar var. Sabır kuru bir öğüt gibi gelmesin. Bir meyvenin olgunlaşması bir anda olmuyor. Sabır, Allah’ın hükmü karşısında boyun eğmektir. Ancak bu pasif bir boyun eğiş değildir. İşlediğimiz fiilleri O’nun rızasına bağlayıp tevekkül ile çabalayarak bir işten başka bir işe koyularak vakti değerlendirmektir sabır. Bu ramazan diğer birçok ramazan ayına göre daha fazla sınandığımız bir dönem. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyelim. Rabbim hepimize yüz akıyla bu sınavdan çıkmayı nasip etsin vesselam.

DÜŞÜNCE SUÇU

Kişilik bütünlüğü oluşmuş kişilerin en belirgin karakter özelliklerinden biri düşündüklerini azami ölçüde yaşamalarıdır. İnsan düşünse de yaptıkları ile taban tabana zıt tavırlar içindeyse o düşündükleri kesinlikle kendine ait değildir. Sosyal medyadaki kopyala yapıştır tarzındaki sözler gibi sadece hoşuna gittiği için paylaşılan sözlerdir düşündükleri. Bu bir düşünce suçudur. Kendine ait olmayan bir sözü düşünüyormuş gibi yapıp paylaşmak orada burada konuşmak kimliksizliktir. Üzerinde hiç tefekkür edilmeden konuşulan, yazılan, paylaşılan şeyler bir suçtur. Onu meydana getirmiş, yazmış, uygulamış insanın düşüncelerini çalmaktır. İnsan birinin sözünü paylaşacağı zaman o kişiden izin almalıdır. Hayatta değilse paylaşmadan evvel bir değil bin kez düşünmelidir. Başkalarının değil kendi düşüncenle kişiliğini var edersin. Ama başkalarını da takdir edersin. O yüzden düşünce suçu işlememek için en azından bu mübarek ayda TV’lerde boy gösterip ulu sözleri kendisi yaşıyormuş gibi paylaşanlar dikkat etsinler.

İNSAN OLMAK

Örtülere bürünen güzeller. Sizi kim getirdi buraya? Gözleri içinden gülen. Dünyanın renklerini üzerinde taşıyan, hava atmak için değil ‘işte insanım’ diye objektiflere bakan güzeller. Sende kendine bak ey insanoğlu; kibir, yapmacıklık, hava atmak bunların hepsi bizde. İki arkadaş ramazan orucunu tutuyorlar belli. Bugün daha ilk günleri. Camiye koşuyorlar besbelli. Mutluluğu mu arıyorsun ağır kitapların, hafif insanların arasında; boşuna yoruluyorsun. İnsan olmak, olduğun gibi görünmektir bir kılığa girmeden. Gönlünü kuşanıp mahcup insanlığınla halkın arasından bir rüzgâr gibi esmektir. Arkanda gül kokusu ile iz bırakıp, mutluluk dokusu ile kalplere nakşolmaktır. İnsan olmak derdimiz yine bu ramazan. Bir sene boyunca üzerimize sinen bu tortudan kurtulmak yeniden doğmaktır niyazımız. Ey beşer, sende örtüne bürün bu ramazan. Rengârenk kuşandığın kutsal örtünü gökyüzüne ger. İnsanlık bakıp da utansın. Bir insan için kıyamet kopabilir. Bir çocuğun ahından felekler alt üst olabilir. Bilelim ki ne zaman ne olacağı belli değil. O yüzden kendini hesaba çek, yüzünü göğe kaldır. Ellerini semaya aç ve haykır; “İnsan Olmak İstiyorum”.

HATIRLA BENİ

Ramazan bize mi gelecek?

Koskoca bir kadın oldum da hâlâ kendi içimde büyütemediğim o küçücük kız çocuğuna gülüp duruyorum. Çocuk masumluğu işte ne kadar ötelesen gelip ince ve görünmez bir duvar gibi önünde duruveriyor.

Bilirsiniz küçük kasabalarda genelde erkek isimleri Ahmet, Mehmet, Mustafa ve Ali olurdu. Kasabanın en değişik ismi onun ismiydi, belki de onu bu daha özel kılıyordu. Ramazan abimiz... Başımız sıkışsa o yetişir, en umulmadık yerlerde, en umulmadık durumlardan bizi kurtaran bir kahramana dönüşürdü. Karda kayıp ayağını kıran çocuklar onun sırtında evine dönerdi, tarlada ayağını orakla kesmiş çocuklara da hiç umursamaz pantolonundan bir parça çaput kesip atel yapardı.

Kahraman beni de kurtarmıştı. Ben henüz altı yaşındayken. Tepeme çıkan ve saç diplerimi gagalayan bir horozdan. Ne korkmuştum, ne ara tepeme çıkmıştı anlayamamıştım. Tek hissettiğim kafamda bir ağırlık ve duyduğum kanat sesleriydi. Kendimce horozun nasıl uçtuğunu düşünüp, can pazarına girişmişken;

sanki o gün kollarım kısalmıştı,

sanki o gün ellerim kafama değmiyordu,

sanki o gün dünyanın bana yazılmış son günü gibiydi...

Değil ...

Ramazan abi yetişti yine Kahraman...

Neyse ki horoz gözümü çıkarmadan kan revan içinde ve oldukça karışmış saçlarımla beni eve yetiştirdi. Hem ailem hem de ben ona borçluyduk biliyordum ama bu borcun maddiyatla da bir ilgisi yoktu onu da biliyordum.

Şimdi düşün sevgili okur böyle bir kahramansın ve çok seviliyorsun öyle seviliyorsun ki paylaşılamıyorsun bir türlü.

Kasabanın tüm çocuklarıyla çeşme başında çelik çomak oynarken konuşuyoruz. Ramazan abi bize gelecek, diğeri diyor bize gelecek... Oyun bir anda er meydanına dönüyor, herkes karışıyor birbirine. Ben bile duymuşum babaannemden, eminim. Ben Ramazan abi diyorum, babaannem Ramazan, ama dedi; bize gelecek işte , ama söz düşmez bana. Bize gelecek desem yer dayağı oturum, susuyorum... Kavganın ortasında sakin sessiz duruyorum. Yine köşeden yetişiyor Ramazan abi, önce kavgayı ayırıyor, elimizi yüzümüzü yıkatıyor sırayla. Sonra derdimizi soruyor. Derdimiz sensin, söyler misin kime gideceksin...

Anlamıyor, biraz şaşalayıp öyle bakıyor yüzümüze, ben de borçluyum, benim de borcum var. Bize geleceksin Ramazan abi diyorum, babaannem söyledi diyorum, oh çekiyorum. Diğerleri bize diyor kavga yeniden palazlanıyor. Nihayet derdimizi anlıyor olmalı ki bize de gelecek Ramazan diyor, ben bize gideceğim diyor, ümidi kesiyoruz...

Parça parça hatıralarımın neresinde duruyorsun şimdi...

Şimdi ömürden uzun bir yolda, çıplak ayak yaşadığın, uçurtma sayılan bir maceranın kuyruğundaki püskülleri gibi dalgalanıyor hatıraların. Sen yine tepesine uçan bir horozun konduğu saçı başı karışmış, yüzündeki tozu göz yaşıyla yıkamış bir çocuk gibi hatırla beni sevgili okur. Her vakit kavganın ortasında, sakin sessiz durmayı ezber etmiş bir çocuk gibi hatırla beni...Maddi değil manevi borcunun olduğu insanlara kur en kıymetli iftar sofralarını... ve bekle bir gün değil, her gün Ramazan sana gelsin... Yüzün gülsün..

..............................

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

..............................

Vardır bunda da bir hikmet

..............................

Ramazan davulcuları manilerinde “Ramazan geldi, hoş geldi. Baklava tepsisi boş geldi” derlerdi. Ramazanda baklava tepsisi boş gelmez bilakis bütün bereketiyle ve rahmetiyle gelir. Davulcu hem mizah yapacak, aklı sıra hem de siyaset yapacak. Hacivat pencereden ışıl ışıl yanan mahalle camisinin şerefesini ve daha uzaktaki büyük caminin iki minare arasındaki yanan “Hoşgeldin Ey Şehri Ramazan” yazısını görür. Abdestli eliyle sakalını sıvazlayarak sesli bir şekilde mırıldanır.

Hacivat: Hoşgeldin Ey şehri Ramazan hoş geldin, safalar getirdin. Rahmet ve bereketinle geldin!..

Karagöz: Bu nasıl ramazan koronalı, kovidili ramazan mı olur? Camiler dolup taşmayacak. Yasaklar yasak üstüne. Tuzu kuru olanlara bir şey olmaz, millet ekmek derdinde değil mi Hacivat’ım?

Hacivat, Karagöz’ün huysuzluğunu biliyor ve gayet olgun bir şekilde ramazan ayının mehabetini anlatmaya gayret ediyor.

Hacivat: Karagöz’üm her şeyde bir hayır var. Oruç tutarak sabrı öğreniyoruz. Birbirimize yardım ediyoruz. Daha anlayışlı ve hoşgörülü oluyoruz. İbadet ve taatta yarışıyoruz. Hem bizim dinimizde yeryüzü mescid sayılıyor. İbadette bir sıkıntı yok ki!.. Kulağı ezanda olanın gözü namazda olur. Korona bir illetten sayılsa da Allah’ın takdiri, bizi ve insanlığı hizaya sokuyor besbelli. Mutlaka günahlarımız var ki, bize akıllı olun demek isteniyor. Bak şimdi bütün insanlık bu musibetten ve illetten nasıl kurtuluruz diyor. Bilim adamlarımız çalışıyor, biz de tefekkür ediyoruz. Dua ediyoruz. Bu da Allah’tan diyoruz. Bu da geçer yahu diyoruz.

Karagöz koronaya takmıştır bir kere. Durup dururken bu musibetten bir anlam çıkartamaz. Belki de bu durum işine gelmiyordur.

Karagöz: Hadi orucu anladık. Koronaya ne gerek vardı. Eskiden korona mı vardı. La havle vela kuvvete.

Hacivat anlatmaya bıraktığı yerden devam eder ve kısa keser.

Hacivat: Karagözüm “Bir musibet bir nasihattan evladır derler.” Duymadın mı bu sözü hiç. Kibarı kelamdır. Ders alınır. Bunda da bir hikmet vardır. Deyip geçeceğiz.

Karagöz bu sefer anlayışlıdır. Hacivat’ın bu gayretini görmemezlikten gelemez.

Karagöz: Vardır bunda da bir hikmet dedim gitti. İnşallah bu musibet de gider üzerimizden. Her taraf korona birader. Bu ramazan hayırlar getirsin de kurtulalım bu illetten cümleten.

Hacivat: Evet Karagöz’üm dinimizi diyanetimizi bileceğiz ki, bilmekten murad yaşayacağız ki, musibettler bize isabet etmesin. Dinimizin gereği inançlı, adaletli ahlaklı ve seciyeli olacağız ki, kâmil insan, şuurlu toplum olalım.

Karagöz: Pekâla aldım dersimi hadi bana eyvallah Hacıcavcav’ım.

Hacivatın ağzında bir dua gibi, kamu spotu pelesenk olmuştur bir cümleyle. Peş peşe nakarat halinde bu spotu söyleyerek uzaklaşır.

Hacivat: “Maske, mesafe temizlik... Maske mesafe temizlik” Maske, mesafe temizlik...

DOÇ.DR. ŞEHNAZ BİÇER

ZARİF BİR TÜRK OYUNU ÇEVGÂN

Sahn-ı meydan-ı muhabette oyunumdur benim. Başımı top eylemek yârin saç-ı çevgânına

Necati Çevgân, oyuncuların at üstünde değneklerle iki takımın dört köşe bir sahada oynadığı bir oyundur.

Oyuncular ellerindeki değneklerle yerde sürdürdükleri topu hedeften geçirerek sayı yaparlar, takımlardan birinin diğerine üstünlük sağlayabilmesi için, yedi topu kaleden geçirmesiyle mümkündür. Oyunda kullanılan ucu eğri ve hafif değnekler, genelde söğüt veya akça ağaç budağından yapılır, küçük pirinç samanı sarılarak üzerine bir deri kaplanan toplar kullanılırdı. Çevgân oyuncusuna çevgânbaz, değnekle çevgân topunu vurana çevgânzen, oyun takımına hizmet edenlere ise çevgândar denilirdi.

Çevgân oyununun ilk defa nerede ne zaman oynandığına dair kesin bilgiler olmasa da temelde araştırmacılar iki önemli görüş üzerinde durur.

İlki Sasaniler döneminde bu oyunun oynandığına dair bir görüşken, diğeri ise çevgânın bir Türk oyunu olduğu ve Türklerden Sasanilere geçtiği yönündedir. Ancak, arkeolojik kalıntılar ve yüzyıllar boyunca yazma eserlerde bu oyunu gösteren sayısız resim/minyatür örneklerinin varlığı dikkate alındığında oyunun Orta Asya’ya çıkışlı olma ihtimali güçlenmektedir.

Ayrıca yine kaynaklardan edinilen bilgilere göre, Türklerin bir çeşit misk faresini at üzerinde ellerindeki sopalarla kovalayarak yakaladıkları ve bu farenin midesindeki kokudan esans yaptığı bilinmekle birlikte, atın Orta Asya’da Türkler tarafından ehlileştirilmiş olması da dikkate alınması gereken diğer bir husustur.

Bu oyun hakkında yazılı en eski bilgilerden biri Firdevsi’nin Şehnâme’sinde yer alır. Şehnâmede Keyâniyân sülalesinden Siyavuş’un ( M.Ö 700) Turan Hükümdarı Efrâsiyâb’ın yanına gelip çevgân oynadığından bahsedilir.

Cevgân oyununu Abbâsiler’den Hârûnürreşîd’in (786-809) oynadığı ve Karahanlı ile Selçuklularda da yaygın olduğu bilinmektedir. Yunus Emre Divanı’nda bu oyunla ilgili benzetmelerin varlığından oyunun halk arasında da yaygın olduğu ve sevildiği anlaşılmaktadır.

Çevgânı batılılar ilk defa Grekler aracılığıyla Perslerden öğrenmişlerse de oyunun bütün dünyaya tanınması 19. yüzyılda olmuştur. İngilizlerin Kuzey Hindistan’daki varlıkları sırasında “top” manasına gelen bu oyunu, Tibetçe bolo/ pulu kelimelerinden çıkışla Polo olarak almışlardır.

1880 yılında ise ilk kez West Chester uluslararası polo şampiyonası gerçekleştirilmesiyle de artık dünya bu oyunu bir İngiliz sporu olarak kültürel hafızasına kaydetmiştir. Şampiyonadan sonra da oyun hızla Kuzey ve Güney Amerika'ya yayılmıştır.

Polo sporu yeni dünyada artık, dörderli iki takım halinde, at binicilerinin ellerindeki özel oyun sopalarıyla gerçekleşmektedir. Hem açık hem de kapalı olarak iki çeşit alanda oynanabilen bu spor aynı zamanda Avrupa ülkelerinde bir statü göstergesidir. Bu göstergenin asıl sebebi hiç kuşkusuz oyunun Orta Asya’dan beri süre gelen prensipleridir. İtip kakma hareketlerinin yer almadığı tam

aksine atı kullanmadaki hüneri gösteren bu oyun, karşı takımdaki oyuncuların topa yaklaşıp vurmasını engellemeye çalışmak ve daima topu takip ederek rakibin önüne geçmeğe yönelik kuralları barındırır. At üstünde çevik ve hünerli hareketlerin gösterilmesi asıl hedeftir.

Oyunun zarafetini, yüzyıllar içinde hem şairlerin mısralarındaki benzetmelerle hem de minyatürlü yazmalardaki resimlerde görmek mümkündür.

Şairler sevgilinin yüzü ve güzelliğini çevgân oyununun oynandığı meydana, sevgilinin yüzündeki benleri oyundaki topun adı olan guy’a benzetirken, sevgilinin saçlarını ve kâkülünü ise ucu eğri bir değnek olan çevgâna benzetilmişlerdir. Sevgili çevgân değneğine benzeyen zülüflerini aşığın başını top gibi yapıp, oradan oraya fırlatır.

Bu oldukça hareketli ancak bir kadar da centilmen oyunun tüm asaletini minyatürlü yazmalardaki resimlerde görmek mümkündür.

İnce ayak bilekleriyle atlar çiçeklerle bezenmiş bir tabiat içinde dans eder gibidir. At üstündeki oyuncular ellerindeki sopalarla topa yönelirken, bakışları sadece topun üzerine odaklanmıştır ve topa şiddetle vurma eğilimden daha ziyade topa dokunur gibi nezaket içinde resmedilmiştir. Minyatür resimler bu zarif oyunu tüm asaletiyle sunarken, izleyene bu ata sporunun hareketli ancak bir o kadar da zarif kişiliğini sunarlar.

Bu oyun binici ile at arasındaki ahengi gözler önüne sererken, takım sporunun belki de spora en yakışan centilmen tavrını sunar.