Riva Şalhon "Tek Satırlık Entel" kitabında "akademik kapitalizmi" harika tarif ediyor: Üniversite araştırmalarının "piyasanın gereksinimlerine" göre belirlenmesi, bilimin yalnızca piyasada kullanım ve değişim değeri kadar üretilmesi, halkın genel ilgisizliği yüzünden, doğal bir sonuçtur saptamasında da bulunuyor.
O malum soruyu yüz kere sorsalar yüzünde de Cristiano Ronaldo demekten geri durmam. Fakat Pazar günü ben de istemsizce, içten içe Messi’li Arjantin’in kupayı kazanmasını isteyenlerdendim.
Bunun net bir cevabını bulamıyorum. Arjantin’in 1986 yılından beri kupayı kazanamamış olması mı, yıllardır aynı takımların kupa kazanmasından gelen bir sıkılganlık hali mi bilmiyorum ama gerçek bu.
Riva Şalhon “Tek Satırlık Entel” kitabında “akademik kapitalizmi” harika tarif ediyor: Üniversite araştırmalarının “piyasanın gereksinimlerine” göre belirlenmesi, bilimin yalnızca piyasada kullanım ve değişim değeri kadar üretilmesi, halkın genel ilgisizliği yüzünden, doğal bir sonuçtur saptamasında da bulunuyor.
Ve evet dediği gibi de “hantal ve vizyonsuz üniversiteler” için tek çıkış yolu da bu ticarileşme, bir bakıma popüler kültürün gönüllü esiri olma durumu. Futbol da günümüzde artık bu endüstriyel bakış açısından farklı değil, bilakis kapitalizm çarkının dönmesi için olması gereken süreçlerden biri.
Yine de futbol bazen futboldur. Mehmet Demirkol’un dediği gibi tüm politik hesaplardan uzak Pazar günü izlediğimiz final belki de Dünya Kupası’nın en iyi finaliydi. Sadece konunun bir cümleye sığan bu bakış açısıyla ilgilenmek mümkün mü peki?
Bizim gibi toplumu politize olmuş ve aksiyona alışık ülkeler açısından durum pek öyle olmasa gerek. Olmuyor da. Final sonrası Fransa’nın kaybetmesinden en az Türkiye kupayı alsa o kadar sevinecek insanları görmek mümkündü. Halbuki Fransa’nın finalde kaybetmesi ne o ülkenin siyasi hesaplarını etkileyecek ne de Fransa kaybedince Batı kaybetmiş oldu.
Futbol tarih boyunca evet her zaman futbol olmadı, siyasetten de bağımsız olmadı. İtalya’da Livorno nasıl işçilerin takımıysa, Roma ve Lazio da Kralın takımı oldu. Keza durum Real Madrid – Barcelona çekişmesinde de farklı değil. Politika hep etkili oldu.
Politize toplumlarda kaybeden ya da kaybetme potansiyeli olan takım daha çok tutulur fakat kazanan daha çok sevilir. Bunu göstermenin yolu da kazanandan daha çok nefret etmek etmektir. Asla şaşmaz. Bu döngü bir kez daha geçerli oldu aslında bir bakıma.
Mbappe kariyer futbolunu oynadı ama takımı kaybettiğinden olsa gerek konuşulmadı, Arjantin’den öte de başka bir sorunun iktidar alanı olan Messi’nin “tarihin en iyisi” olduğuna dair “tartışılması teklif dahi edilemez” bir karar verildi.
Bir konunun iki tarafı varsa, her iki taraf için de “en meşru yol mahalle baskıdır”. Kaybedenin yanında dursak da kazananı eleştirmek bir kenarda dursun, bunu kabullenmenizi beklerler, eğer kabullenmiyorsanız da zaten “hiçbir şeyden anlamıyorsunuz” demektir.
Haşmet Babaoğlu’nun “futbolun uyuşturduğuna dair” analizi yanlış değil. Fakat bazen keyif alınacak bir endüstriyi bu “uyuşmuşlukla” izlemek politize izlemekten daha iyi değil mi diye de düşünmeden edemiyorum.
Çölde bir gezinti
Ağustos ayında Nick Cave’i izlediğimde bir ayinin büyüsüne kapılmış gibi çıkmıştım konser alanından. Öyle bir konserdi ki sanki Cave’in müritleri gibi o ihtişama kapılmamak mümkün değildi.
Cumartesi günü de Generic Music’in organizatörlüğünde Volkswagen Arena’da Satori’nin performansından da uzun bir aradan sonra aynı duyguları hissettim.
Uzun zamandır kendimle de tartışıyorum. Gittiğim etkinlikte ortak bir duyguda mı buluşmalıyım yoksa performansını dinlediğim kişinin öncülüğünde bambaşka bir dünyada gezintiye mi çıkmalıyım.
Cumartesi günü hissettiğim duygu tam tamına buydu. Kayıtsız şartsız yolu bildiğine inanmış bir halde Satori’nin öncülüğünde bir çölde gezinti yapar gibiydik. Alanda onu dinleyen kişiler değil de arkasında yürüyen seferilerdik adeta.
Performansının sonuna sakladığı Syria parçası ve aşina olduğumuz Days Without You ile bambaşka bir yolculuktu benim için. Gecenin sonunda bu huzurlu hipnotizeden çıkıp evlerimizde uykuya daldığımız…