Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz hafta ABD Büyükelçisi John Bass 28 belediyeye kayyum atamasını eleştirmiş ve "endişe" duyduklarını belirtmişti.

Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz hafta ABD Büyükelçisi John Bass 28 belediyeye kayyum atamasını eleştirmiş ve “endişe” duyduklarını belirtmişti. Ardından konuyla ilgili açıklama yapan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Bass’a sert bir tepki göstererek şu şekilde konuşmuştu: Sizin büyükelçileriniz Türkiye'de bir vali değil, büyükelçiliğini adam gibi yapacak. Viyana Sözleşmesi çerçevesinde görevini yapacak.”

Aslında bu John Bass’ın Türkiye’nin iç işlerine karışma meselesi yeni değil. Daha önce de buna benzer birkaç vukuatı olmuştu. Örneğin, geçtiğimiz mart ayında FETÖ’cü Zaman gazetesine kayyum atandığında “basın özgürlüğüne müdahale edilmesinden endişe” duyduklarını ifade etmişti.

John Bass bununla da kalmamış, FETÖ’cü Can Dündar’ın duruşmasına “destek” için gitmiş bir de üstüne Cumhuriyet gazetesine “geçmiş olsun” ziyaretinde bulunmuştu.

Türkiye’nin terörle mücadelesinden her fırsatta “endişe” duyan Bass’ın, nedense PKK’nın terör eylemlerinden, FETÖ’cü teröristlerden ve PKK’nın halkla ilişkiler politbürosu haline gelen HDP’den endişelendiğini bir kez olsun görememiştik.

Tüm bunlarla birlikte bir ay önce Bass, Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı yapılan alçak suikast girişiminden sonra CHP’ye “geçmiş olsun” ziyareti düzenlemiş, bu ziyaretten birkaç gün sonra da Kılıçdaroğlu’nun “KHK’ları Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacağız” sözlerini işitmiştik.

En son olarak da karşımıza John Bass Artvin’de çıktı. İddialara göre Artvin’in üç ilçesini gezen Bass’ın burada vatandaşlarla HES’lerle ilgili olarak görüştüğü ve Artvin halkını provoke etmeye çalıştığı ifade ediliyor. 19 Eylül Pazartesi günü Cerattepe davasının karar duruşmasının yapılacağını hesaba katarsak, John Bass’ın bir hafta önce Artvin’de ne işi vardı?

Bu soruya John Bass’tan ve ABD cephesinden bir açıklama geleceğini sanmam. Fakat birkaç gün önce ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Bass’la ilgili bir açıklama yaparak şöyle konuştu: “Türkiye’de demokrasinin durumu ya da insan haklarıyla ilgili bir görüş ayrılığımız olduğunda bu kaygılarımızı paylaşabileceğimiz kadar güçlü ilişkilere sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Bir büyükelçi konuştuğunda bu her zaman ABD hükümeti adınadır.”

Görüldüğü gibi ABD cephesi Büyükelçilerine sahip çıkıyor ve bir de pişkince bunun ABD hükümeti adına konuştuğunu ifade ediyorlar. Büyükelçilerin görevleri sözleşmelerle bellidir ve bu sözleşmelerin dışına çıkan şahıslara da gereken yapılır. Dolayısıyla sözleşmeleri hiçe sayıp “hükümet adına konuştu” demek aymaz bir tutumdan öteye gitmez. Kaldı ki bu tarz durumlarda persona non grata ilan edilmesi dâhil gerekli yaptırımların uygulanması taraftarıyım.

Hillary Clinton’un dublörü

ABD seçimlerine iki ay kala ABD siyaseti de giderek kızışıyor. Son olarak Hillary Clinton’un bir tören çıkışı ayakta durmakta zorlandığına dair görüntüler ortaya çıkınca sosyal medya çalkalandı. Hal böyle olunca Amerikan basını da olaya kayıtsız kalamadı ve New York Times da dâhil olmak üzere konuyla ilgili birçok haber yapıldı.

Bir de üstüne Clinton’un 11 Eylül anma törenlerinden sonra kızı Chelsea’nin evinde dinlendikten sonra çıkışta basına yansıyan görüntülerdeki kişinin Clinton olmadığı dublörü olduğu anlaşılınca kızılca kıyamet koptu. Bu dublörün Teresa Barnwell olduğu iddia ediliyor. Nasıl ama? Tam bir Hollywood filmi gibi! Bu arada Cumhuriyetçi aday Trump’ın, Ohio eyaletinde Clinton’un 5 puan önüne geçtiği de basına yansıyan bilgiler arasında. ABD seçimlerinde Ohio önemli bir eyalet; Ohio’yu kazanan başkan adayı ABD seçimlerini de büyük olasılıkla kazanıyor.

Bakalım kasım ayındaki seçimlere kadar ABD’de neler olacak? The Economist’in 2016 kapağının ön sırasında gösterilen Clinton’u seçtirebilecekler mi? Ama şunu unutmayalım… ABD seçimlerini kim kazanırsa kazansın ABD’nin finans oligarkları tarafından belirlenen geleneksel siyasetinin dışına çıkanı ekarte ederler. Dört tane başkanını yiyen bir ülkeden bahsediyoruz sonuçta.

Batı’nın ağzındaki bakla

Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) lideri Geert Wilders, 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin başarısız olmasından ötürü üzüldüğünü belirterek “askeri rejimin Erdoğan’dan daha iyi” olacağını söylemiş.

Wilders’e hiç kızmayın. Batı’nın 15 Temmuz’dan bu yana söyleyemediği bu aşağılık düşünceleri açık açık ifade etmiş. Sanmayın ki Wilders gibi düşünenler azınlıkta! 15 Temmuz’dan bu yana ülkemize devlet başkanları düzeyinde bir “geçmiş olsun” ziyareti dahi yapılmadığı düşünülürse Batı’nın 15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ’cülerin yanında durduğu ayan beyan ortada. Wilders’in bu pespaye ve darbe sevici sözleri olmasa da Batı’nın, dünyada yapılan darbelere karşı çıkma karnesi de pek parlak değil. Çünkü dış müdahalelerle darbeleri nasıl organize ettikleri gözlerimizin önünde cereyan ediyor. O nedenle darbenin arkasında “şu, bu yok” gibi ifadeleri bırakarak rasyonaliteye bakalım. Bu rasyonalite darbenin arkasındaki küresel güçleri bize gösterecektir.

At izini it izine karıştıranlar

Geçtiğimiz günlerde hatırlayacaksınız Cumhurbaşkanı Erdoğan FETÖ’yle ilgili mücadelede “at izi it izine karıştı” diye bir ifade kullanmıştı. Bu cümle FETÖ’yle alakalı olmayan kişilerin kripto FETÖ’cüler tarafından “FETÖ’cü” ilan edilmelerine dair haklı bir itirazdı.

Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözünü çarptırarak FETÖ’yle mücadeleyi sulandırmaya gayret edenler var. Bunu merkez medya uzun zamandır zaten yapıyor da bu sulandırmaların muhafazakâr medyadan gelmesi birazcık tuhaf!

Neredeyse bazı kalemşörlerin “FETÖ’cülere acıyalım, uzlaşalım” gibi cümleler kullanmadıkları kaldı. Hele FETÖ’cülerin aynı fırsatı bulurlarsa onların bize hiç acımayacaklarını bildikleri halde! Bazıları da FETÖ’nün değirmenine su taşıyıp iç savaş ve darbe çığırtkanlığı yapan Altan kardeşleri “aklama” gayretine girişiyor.

17-25 Aralık darbesinden bu yana FETÖ’yle ilgili olarak sahici anlamda mücadele eden tek kişi Erdoğan. Onun bu sözlerini çarpıtmak FETÖ’yle mücadeleyi sulandırmaktan öteye gitmez. İşte asıl at izi it izine bu şekilde karışır!