Târih, akl-ı selim ile davrananların zaferlerini yazar. Târihi kaleme alanlar da, kazanan tarafın aklı-ı selim sâhibi insanlarıdır.
Çağımızın en zor ama en gerekli eylem ve tavırlarından biri akl-ı selim ile hareket etmek olsa gerek.
Akl-ı selimin içine ileri görüşlü olmak, tedbirli olmak, müstakbel ihtimâlleri düşünmek, plânlı hareket etmek, itidâlli olmak, ilm-i siyâset bilmek gibi tavır, davranış ve alışkanlıkları koyabiliriz. Tabi ki takdir-i ilâhî ve tevekkülün de bu aklın önemli bir parçası olduğunu unutmamalıyız.
Dikkat edilirse, akl-ı selim içinde saydığım kavramların istisnâsız hepsi bir eyleme karşılık gelmektedir. Yâni pasif ve edilgen olmak, bir kenara çekilmek, hiçbir şey yapmadan kadere râzı olmak, ağzına vurulup lokması alınanlardan olmak akl-ı selim çerçevesine dâhil değildir.
Târih, akl-ı selim ile davrananların zaferlerini yazar. Târihi kaleme alanlar da, kazanan tarafın aklı-ı selim sâhibi insanlarıdır. Onların yazdıkları, gelecek neslin plânı ve programı için akl-ı selim mayasını devam ettirir.
Karşı hamleler
Sâhip olduğumuz zenginliğin ve kültürel birikimin – tamâmen olmasa da – küçük bir kısmının farkına varmaya başladığımızdan beri, Türkiye’nin uluslararası yankı bulmayan ulusal gündemi neredeyse hiç yoktur.
Siyâsî ve ekonomik olarak attığımız her adım; her yatırım, her proje, her temel atma ve açılış töreni küresel boyutta olumlu ya da olumsuz yankı bulmaktadır. Bu yankının kimi zaman yıkıcı hedefleri olan saldırılar şeklinde olduğunu da biliyoruz. MİT Krizi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz, bunların en büyüklerindendir. Bu saldırılara el çabukluğu ve Töre’nin verdiği refleksle cevap verip bertaraf etmiş olsak da, düşmanın hiçbir zaman uyumadığını ve boş durmadığını unutmak, telâfisi mümkün olmayan bir gaflettir.
Son dönemde açılmaya başlayan uykumuzun mahmurluğundan tamâmen kurtulmamız için kaybedecek vaktimiz yoktur. Bizden önceki nesiller bu vakti fazlasıyla kaybetmiştir.
Biz ne yapıyoruz?
Suriye, topraklarıyla burnumuzun dibinde ve insanlarıyla cadde ve sokaklarımızdayken, geciken müdahalelerle durumu düzeltmeye çalışıyoruz. Oysa Rusya, ortada hiçbir şey yok zannedilirken ve Sovyetler sonrasındaki ağır ekonomik şartlara rağmen, yirmi-otuz yıl önce farklı sıfatlarla yerleştirdiği ajanlarıyla bugün Suriye’nin derin devleti hâline gelmiştir. Aynı dönemde bizim ülke gündemimiz “başörtüsü yasağı” ve “laiklik” idi.
Şimdi Koronavirüsün pençesine düşmüş olan diğer komşumuz İran, “İslâm Devrimi” adını verdikleri radikal değişimden önceki devlet aklını kullanmaya devam etmiştir. Türkiye’deki İran sevdâlılarına Kum kentindeki okullarda kendi sosyopolitik doktrinini aşılayıp geri göndermiş ve göndermeye de devam etmektedir. Bugün eli kanlı Süleymani’ye tören düzenlemenin arkasında, bu Acem aklı ve yıllar önce başlayan teşkilatlanma aklı vardır.
İran, bununla da kalmayıp kendi içinde Türkçe yayın yapan yedi tâne ajans kurarken, bizim İran ile ilgili “düşünme” alışkanlığımız henüz emekleme seviyesindedir. İran konusunda bilgisine başvurulan Türk ajanslarının siyâsî tutumu ve tarafsızlığı veya Farsça bilgisinin kalitesi tartışmalıyken, bizim İran’ı kendi bakış açımızla dünyâya gösterme gücümüz âcilen ele alınmalı ve geliştirilmelidir.
Rusya’nın Sputnik isimli haber ajansına karşı yapılacak şey, yalan ve iftira dolu haber yapan muhabir hakkında yasal işlem yapmanın ötesinde, bunun yanlışlığını en az iki katı ajansın yapacağı haberle anlatmaktır.
Asya eksenli ve Mezopotamya merkezli yeni dünya düzeninde odak noktası olmayı hedeflerken Rusça, Farsça, Arapça, Çince öncelikli olmak üzere İbrânice, Ermenice, Yunanca medya organlarımızın devlet ve özel girişimle çoktan kurulup çoğalmaya başlamış olması gerekiyordu. Bu süreç de akşam yatıp sabah kalkınca olmayacak kadar uzun ve zaman gerektiren bir süreçtir.
Ne yapmalı?
Elbette Türk devlet aklının bildikleri ve yaptıklarının hepsini şahsen bilmemiz mümkün ve ayrıca gerekli de değildir. Ancak bu durum, şahsî fikir ve düşüncelerimizi söyleyip vatandaşlık görevimizi yapmamıza da engel değildir.
Yapılacak şeylerin başında konunun uzun vâdeli ve bilimsel altyapı ile ele alınması gelmektedir. 2014-2015 yıllarında Suriye’den kaçmak zorunda kalan akademisyenlere, kanun ve yönetmeliklerdeki vizyonsuz düzenlemeler sebebiyle sâhip çıkamadık ve hemen hemen hepsi Kanada, İsviçre, Norveç gibi ülkelere gitmek zorunda kaldı.
Atılması gereken ilk adım, yabancı dille eğitim yapan üniversitelerde İngilizce saplantısından kurtulup, sosyal hayâtı ve coğrafyamızı paylaştığımız başta Araplar olmak üzere, diğer milletlerin dillerinde eğitim yapan fakülte ve bölümler açmaktır.
Arapça uluslararası ilişkiler, Rusça uluslararası ilişkiler, Farsça uluslararası ilişkiler bölümlerimiz âcilen açılmalı ve bunun için yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca başta bu üç dil olmak üzere İbrânice, Yunanca, Bulgarca, Ermenice, Urduca, Sırpça gibi dillerin filoloji bölümleri açılmalı ve var olanlar tercih edilecek şekilde iyileştirilmelidir. Bu bölümlerin mezunlarına devlet ve özel sektörün kuracağı medya organlarında kariyer garantisi verilmelidir. Gerekirse bu bölümlere öğrenciler özel mülâkat ile alınmalıdır.
Bu dillerin edebiyat bölümlerinin açılmasının ne yarar getireceği sorusuna şu cevap yeterli olacaktır. Dünya siyasal düşünce literatürüne çok önemli katkılar sağlayan Edward Said ve Noam Chomsky, birer dilbilim ve edebiyat profesörüdür.
Ayrıca Türk dili ve edebiyat bölümlerinde çalışmalar yapan akademisyenlerimizin de siyâset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanlarında ortak disiplinli çalışmalar yapması gerekmektedir.
Mevcut siyâset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümleri çoğunlukla İngilizce olmak üzere Fransızca ve Almanca eğitim verirken, bu bölümler daha da geliştirilerek Arapça, Farsça, Rusça, Çince eğitim veren siyâset bilimi, uluslararası ilişkiler, dil ve edebiyat, çeviribilim ve öğretmenlik bölümlerinin açılması için gerekli olan düzenlemeleri YÖK’ün yapacağına inanıyorum.
Bu bölümlerden mezun olacak olanlar, kurulacak haber ve medya ajanslarında, Türkiye’nin sesini sâdece Batı dillerinde değil, Doğu dillerinde de dünyâya hakkıyla anlatacaktır. Bunun başlangıç aşaması için gerekli olan insan kaynağı hem Arapça, hem Rusça hem de Farsça için yeterince mevcuttur.
Suriye’den sonrası için…
Bunları neden anlatıyorum? Çünkü şu an gündemimizi meşgul eden Suriye ve İdlib sorunu önümüzdeki tek sorun değildir. Göçmen trafiğinin en yoğun olduğu sınırımızın Suriye veya Irak değil de, İran sınırı olduğu gerçeği dikkate alındığında, hiç istemesek de, yakın gelecekte benzer sorunları İran sınırımızda yaşamamız muhtemeldir. Türkiye’deki İran Lobisi de dikkate alındığında, daha hazırlıklı olmamız gerektiğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Gücümüzü yeni göstermeye başladığımız gibi, buna karşılık olarak önümüze çıkacak sorunlar da yeni ortaya çıkmaktadır.