Soyutlama sanatta hayal gücünün katkısıyla gerçeklikten bir kaçışı ifade eder.

Bu tecrit günlerinde şiir en güzel avuntumuz oldu… Ben de her zaman listemde ilk beş içinde olan Oktay Rıfat şiirine yöneldim. Bugün istedim ki, sizinle iç karartıcı gerçeklerden bahsetmeyeyim, şiirin gül bahçesinde bir gezintiye çıkalım…

SOYUT SANAT NEDİR?

Soyut sanat görülen dünyanın referanslarından bir derecede bağımsızlaşarak şekil, form, renk ve çizginin görsel dili vasıtasıyla bir eser üretme işidir. Batı sanatı Rönesans’tan 19’uncu yüzyılın ortalarına kadar perspektif mantığına dayanarak görülen dünyanın aynadaki bir aksini yaratmayı amaçlamıştır... 19’uncu yüzyıl sonuna doğru birçok Batılı sanatçı görülebilen gerçeğin aynadaki aksini, doğanın birebir yansımasını üretmektense sanatçının izlenim ve duygularını esere katan (izlenimcilik), düşler ve bilinçaltına uzanan (sürrealizm) ve görünüşte anlamsız ama farklı bir açıdan ele alınca çok boyutlu anlamlar içeren (Kübizm) eserler ortaya koymayı amaçladılar. Denebilir ki, Batı’nın klasik sanatı doğal gerçeğin birebir aynısını üretmeyi amaçlayan bir amaca sahipken, modern Batı sanatı soyutlama yolunu seçmişti.

Soyutlama sanatta hayal gücünün katkısıyla gerçeklikten bir kaçışı ifade eder. Kesin gerçeklikten bu kaçış kısmî veya tam olabilir. Aslında soyutlama tüm sanat eserleri içinde bir süreklilik arz eder. Çünkü gerçekliğin bire bir aynını üretebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla ister resim olsun, ister heykel, isterse de şiir, her sanat eserinde az ya da çok soyutlama bulunur. Soyut sanat yöntemi, her sanat eserinde az ya da çok bulunan soyutlamayı bir amaç haline getirmesiyle Klasik Sanat’tan ayrılır.

TÜRK KLASİK SANATI VE SOYUTLAMA

Bu bahsettiğim Batı Klasizmi için geçerlidir. Türk Klasik Sanatı ise tamamıyla soyutlama üzerine dayanır. Minyatür, tezhip, ebru, çini gibi görsel sanatlarda gerçeklik sanatçının muhayyilesinde aldığı yeni şekillerle karşımıza çıkar. Klasik Türk Şiiri ise doğadaki varlıkları olduğu gibi anlatmaz, renkleri olduğu gibi vermez ve hatta olayları olduğu gibi hikâye etmez. Her biri kelimenin gerçek anlamının dışında özel tanımlanmış mecazi anlamlara sahip “mazmunlardan” kurulu bir özel bir dile sahiptir. O şiirde meyhane dergâh, şarap ilm-i tasavvuf, âşık derviş, mâşuk ise Allah’tır. Bu sanatı klasik yapan temel olgu soyutlamanın bireylerin tercihine değil, önceden belirlenmiş sıkı kurallara tâbi olmasıdır.

Başta Klasik Türk Şiiri (Divan Şiiri) olmak üzere bütün Türk Klasik Sanatı’nın soyut sanat olmasının arkasında Batı’dan farklı bir medeniyetin değerleri bulunmaktadır. Klasik Türk Sanatı yüksek zümre mutasavvıflarının elinde, Tasavvuf terbiyesi ile ele alınmıştır. Ehl-i Tasavvufa göre görülen dünya esas gerçeklik değildir, ancak mutlak gerçekliğin aynasında yansıyan çarpıtılmış bir akistir. Mutlak gerçeklik görünenin arkasında çok boyutlu olarak var olmaktadır. Mutlak gerçekliğe ulaşmanın yolu, bir düş olan bu âlemin kısıtlarından sıyrılmakla gerçekleşir. Tasavvuf, işte, insanın vücut ve dünyanın kısıtlarından sıyrılarak mutlak gerçekliğe ulaşmak için çıktığı yolu tanımlar. Bu yüzden bizim Klasik Sanatımız ve doğal olarak bizim Klasik şiirimiz, bir hayal ve düş olarak gördüğü görülebilen dünyanın sahte gerçekliğini değil ama görülenin ötesindeki mutlak gerçekliği anlatmaya çalışır.

Türk sanatında modernleşme, aslında, Batı Klasizminin ucuz taklitleriyle başlamıştır. Bizde Rönesans ve Aydınlanma’nın yol açtığı gerçekliğin bire bir aynını resmetme çabası moda haline gelirken Batı Sanatı farkında olmadan Türk Klasik Sanatı çizgisine gelmekteydi. Onun için biz de, soyut sanat çalışmaları, istemeden de olsa, aslında “kendi Klasiğimize dönüş” çabasıdır.

TÜRK EDEBİYATINDA SOYUT ŞİİR GELENEĞİ

Eğer soyut şiiri “kendi Klasiğinin kuralları dışına çıkıp yeni imajlar ve yeni kavramlarla yeni bir anlatım dili geliştirmek” olarak tanımlarsak soyut şiirin bizdeki ilk temsilcisi Şeyh Galip’tir. Ben demiyorum bunu, kendisi diyor:

“Tarz-ı selefe tekaddüm ettim / Bir başka lisan tekellüm ettim. // İn dem ki zi-şâir-i eser nîst/ Sultân-ı Sühan menem diger nîst” Şeyh GÂLİB, Hüsn-ü Aşk.

Yani şöyle diyor: “Öncüllerimin tarzının önüne geçtim / Bir başka dilde konuştum // Şâirlikten eser bulunmayan bu devirde / Söz ülkesinin Sultanı benim, diğerleri değil”

Şeyh Galip’ten sonra Şeyh Galip’ten devraldığı meşaleyi Fransız sembolistlerinden aldığı ilhamla yeniden yakan şâir Ahmet Haşim’dir. O kurduğu soyut şiir lisanını şöyle anlatır:

“Seyreyledim eşkâl-i hayâtı / Ben havz-ı hayalin sularında / Bir aks-i mülevvendir onunçün / Arzın bana ahcâr-ı nebâtı” Mukaddime Ahmet HÂŞİM.

Yani Hâşim diyor ki: “ Hayatın şekillerini seyrettim / Ben hayal havuzunun sularında / Çok renkli bir yansımadır onun için / Yeryüzünün bana taşları ve otları.”

“Hocam, yazının yarısını geçtin! Hala Oktay Rifat’tan bahsetmedin!”, dediğinizi duyar gibiyim. İşte tam da burasıdır Oktay Rifat’ın durduğu yer. Kendisi, doğrudur, üç Garip şâirinden birisidir. Garip şiiri de, her türlü soyutlamaya, her türlü söz oyununa karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sadece çıplak gerçekliği resmetmeyi – mizahi bir dille de olsa- amaçlar. Ama gerek Melih Cevdet gerekse Orhan Veli’nin açılmadığı denizlere, ömrünün uzun yıllarında şiirinin yelkenlisiyle Oktay Rifat açılmıştır. Garip döneminde bile hayal gücü, kullandığı mecazlar ile diğer iki arkadaşından ayrılan Oktay Rifat, Perçemli Sokak (1956) ve Âşık Merdiveni (1958) kitaplarıyla yeni bir denize yelken açmıştır. Denebilir ki, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ın başı çektiği İkinci Yeni akımından bile daha hayal gücü yüksek, daha soyut ve daha canlı bir dil kullanmıştır. Sözü kendisine verelim:

“Dil bir anlaşma aracıdır… Bir dilin kelimeleri birer işaret olarak gerçeği gözümüzün önüne getirmekle, ödevlidir. Ama bizler konuşurken gerçeği kurcaladığımızı, gözden geçirdiğimizi pek anlamayız. Bir dili kullanmak, kelimelerin bizde uyandırdığı görüntülerin yardımıyla bir şey anlatmak demektir. … Bir kelime sanatı, bu yüzden bir görüntü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenmeyeceğinden anlamla da bağlı kalması istenmez. … Kelimeleri kullanmak, göz önüne bir takım görüntüler getirmek, gerçekle oynamak, gerçeği kurcalamakla birdir. Kelime bu bakımdan bizi resmin çizgisinden, renginden, musikini sesinden daha çok gerçeğe yaklaştırır. Ama biz gerçeğe olan ilgimizi de yitirmişizdir. Çünkü gerçeğe alışmışızdır. Gerçeğin gündelik düzenini değiştirmek yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona. İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki günlük düzeninde yapmak bize bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında gerçek unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza.” Perçemli Sokak, Önsöz, Oktay Rifat.

Cevat Çapan da şöyle yorumlamış: “Oktay Rifat’ın gerçekliğe sanki bir çiçek dürbününden bakıyormuş gibi bakması, birbiriyle ilgisi olmayan nesnelerin ve imgelerin yan yana getirilmesi aslında okurda soyut resim ya da atonal müziğin yaratabileceği bir etki yaratıyordu.” Oktay Rifat, Bütün Şiirleri, Önsöz, Cevat Çapan.

Bence Oktay Rifat, kelimelerle bir atmosfer, belleğimizde bir an, bir koku, bir renk veya bir duyguyu canlandırmaya çalışıyordu. Kelimeleri ve dili kullanarak nutuk çekmiyor veya şarkı söylemiyordu. Ama her okuyucunun aklı ve gönlünde bir izlenim oluşturmaya çalışıyordu. Böyle olunca, her şiiri her okuyucuyla birlikte başka bir anlama sahip oluyor ve her okuyucuyla adeta yeniden yazılıyordu. Hala daha da yazılmaya devam etmektedir.

Oktay Rifat ve şiiriyle Cuma günü devam ederiz.