Demokratik usûllerle yapılan, insanı merkeze alan ve Türkiye'nin çoğulcu yapısını yansıtacak anayasa artık şart olmuştur.
Anayasa, devlet iktidârını hukukla sınırlayarak, bireyin hak ve özgürlüklerini açık ve ayrıntılı yazılan kurallarla güvence altına alır. Anayasacılık hareketlerinin geçmişi çok eskiye dayanır. Bâzı yazarlar, Müslümanların yönetimindeki Kudüs’te, merkezî iktidârı sınırlandıran siyâsî yapılanmanın var olduğunu, bunun da Haçlı Seferleri’yle Avrupa’ya taşındığının izlerini bulur. Ancak, modern olarak anayasacılık hareketlerinin tarihi, 18.yüzyılda John Locke, Jean Jacques Rousseau, Baron de Montesquieu tarafından savunulan “toplumsal sözleşme” ve “doğal haklar”, “doğal hukuk” teorilerine dayanır.
Anayasalar bir toplum sözleşmesidir; değişmez, kutsal metinler değillerdir. Bu sözleşmelerin zamanın ruhûna uygun, milletin ihtiyaçlarını gözeterek güncellenmesi zarurî bir ihtiyaçtır. Siyâsetçilerin temel görevlerinden biri de bu güncellemeleri yapmaktır. Özellikle Türkiye gibi uzun yıllardır demokrasiyle yönetilen ama sivil bir anayasası olmayan, darbe anayasalarına düzeltmeler yaparak yönetilen bir devlet için, anayasa konusu âcil çözülmesi gereken bir meseledir. Bu yüzden, bu sorun çözülene kadar siyâsetçilerin ve hukukçuların gündeminde kalması gerekir.
Darbeci geleneğin ürünü olan anayasalarımız
Anayasacılık faaliyetleri, mutlak monarşilerin iktidârının sınırlanması için verilen mücâdelelerle başlayıp, günümüze kadar gelmiştir. Batı’da bu mücadeleler halk tarafından başlatılmıştır. Bu sebeple hukukî hakların talebi aşağıdan yukarıyadır. Bizde ise, anayasacılık hareketleri devlet gücünü kullanarak toplumu modernleştirmek isteyen bürokrat ve aydınlar tarafından yukarıdan aşağıya, otoriteryen şekilde başlatılmıştır. Türkiye’nin anayasa meselesi dün veya bugün doğmadı, çok eskidir.
Anayasalara darbe mikrobu 1876 ile bulaşmıştır. Sultan Abdülaziz’e darbe yapıp Meşrutiyet’i ilân edenlerin anayasa, meşrutiyet, özgürlük kaygıları yoktu, padişaha besledikleri nefretten dolayı meşruiyeti ilan ettiler. Sultan Abdüllaziz’in askerler tarafından devrilmesi, Türkiye’nin siyâsî hayâtında her on yılda bir gündeme gelecek olan darbe geleneğini başlatmıştır. 1961 ve 1982 anayasaları da bu geleneğin ürünüdür.
Demokratik usûllerle yapılan, insanı merkeze alan ve Türkiye’nin çoğulcu yapısını yansıtacak anayasa artık şart olmuştur.
Yeni anayasamızın merkezinde insan olmalıdır, ideolojiler değil. Mevut anayasa, 12 Eylül Darbesinin mantığını taşıyor. 1982 Anayasası bireye karşı devleti önceleyen bir anlayışla kaleme alınmıştır. Anayasalarda hiçbir ideoloji resmileştirilmemelidir. Aksine, farklı ideolojilere, hayat tarzlarına eşit mesâfede durulmalıdır. Ancak bu perspektifte hazırlanan anayasa Türkiye’nin günümüzdeki yeni konumuna uygun olacaktır.
Toplumsal uzlaşma sağlanabilir mi?
Askerî darbelerin yarattığı deforme bilinç, anayasanın toplumsal uzlaşmayla oluşturulamayacağı görüşünü yaygınlaştırmıştır. Yeni anayasa taslaklarının hazırlandığı bu süreçte yapılan değerlendirmelere bakıldığında, siyasal sistemin demokratik süreçlerle iş başına getirdiği hükûmete karşı olan ve bu bakımından meşruluğuna şüpheyle bakan; CHP, İYİ Parti, HDP hazırlanan taslakların içeriğine bakmadan reddetmektedir.
Demokrasilerde halk siyâsetçiler aracılığıyla yönetimde söz sâhibidir. Halkın siyâsetçilerden beklediği şey, milletin irâdesini yansıtacak kanunları kamuoyunda tartışmaya açmalarıdır. Siyâsetçiler, iktidar mücâdelesinde birbirleriyle kavga edebilirler. Şüphe yok ki, bu siyâsetin doğasıdır. Tartışmaların olmadığı yerde farklılık yoktur. Farklılığın olmadığı yerde de demokrasiden bahsetmek imkânsızdır. Unutulmaması gereken şey, siyâsetçilerin iktidar hırsına kapılırken yarattıkları kutuplaşmanın toplumsal mâliyetidir. Bu mâliyet, geçmişte ve günümüzde Türkiye’nin gerçek sorunlarını tartışmaya açmasının önünde engel teşkil etmektedir.
Bâzı yazarlar, Cumhur İttifakı’nın anayasayı TBMM’de değiştirecek veya referanduma götürecek sandalye sayısı olmadığından, iktidârın bu meseleleri gündeme getiriyor olmasını yanlış buluyorlar. Bu konunun gündemi meşgul etmeyecek kadar önemsiz görülmesi kabul edilemez. Neredeyse her gün yalanlarla yapay gündem oluşturanların, gerçek sorunların gündem olmasından rahatsız olmaları bana şaşırtıcı gelmiyor.