Türkiye olarak şunu kabul etmemiz gerekir ki, bizim günü kurtarmak ve durumdan en az kayıpla kurtulmaktan daha uzun vâdeli hatta orta vâdeli bir vizyonumuz yok.

Uykusunda kâbus görmüş ve yataktan fırlamışcasına anlamsız hareketler içindeyiz. Birden bastıran sağanak yağmura şemşiyesiz yakalanıp sıkılsıklam olmuş gibiyiz. Ya da ansızın başlayıp dakikalarca süren depremin oluşturduğu yıkıntılar altından kurtulmaya çalışan depremzedeler gibiyiz. Hayâtî ihtiyaçlar sıralamasında 100 bin yıl önce yaşayan avcı-toplayıcı atalarımız gibi davranıyoruz. Onların bunu yaparken geçerli sebepleri vardı, çünkü onların birgün sonrasına saklayacakları yiyecekleri yoktu. Her sabah uyandıklarında bir şeyler avlamak ve bir şeyler toplamak zorundaydılar. Aksi takdirde aç kalacaklardı. Ancak bizim böyle bir mâzeretimiz yok, ama avcı-toplayıcı atalarımız gibi yiyecek ve içecek derdine düşüyoruz. Bunda bir dereceye kadar haklıyız, çünkü karnımız acıkıyor. Ama biz aldığımız yiyecekleri atalarımız gibi hemen yemek yerine, derin dondurucularda saklama lüksüne sâhibiz. Bu lüks, hiç farkında olmadığımız bir şımarıklığa sebep olmuş ve biz bunu yeni anlıyoruz.

Lafı hiç eğip bükmeden sadete geleyim. Meseleye küresel bakmayı bırakıp kendimizi düşünmeliyiz, çünkü diğer ülkelerin dünya umurunda değil. Herkes kendi derdine düşmüş durumda. Bu dert, şimdilik ekonomik ve iktisâdî bir görüntü arz ediyor olsa da, Aydınlanma kültürüne sâhip ülkeler daha uzun vâdeli plânlar yapmaktadır. Bu kültür, yeni kurulacak dünyâda ön plâna çıkmanın olmazsa olmaz şartıdır.

Türkiye olarak şunu kabul etmemiz gerekir ki, bizim günü kurtarmak ve durumdan en az kayıpla kurtulmaktan daha uzun vâdeli hatta orta vâdeli bir vizyonumuz yok. Bu sosyo-ekonomik olarak kaçınılmaz bir zorunluluk ama en büyük felâketler bile bitmiştir ve kazananlar, ilk ayağa kalkabilenler olmuştur.

Sokma akıl

Son üç yüz yılının düşünce altyapısını Batı’dan alan bir ülke olarak, bir anda öksüz ve yetim kalmış bir çocuk gibiyiz. 12 Nisan 2020 târihli ve “Lûgat, bir isim ver bize hâlimizden” başlıklı yazımda bu konuya ucundan kenarından girmeye çalıştım. Kendi irfân ocağını kendi elleriyle söndürüp, aklını, beynini, sözlüğünü ve dilini Batı’ya emânet eden bir ülke olarak, taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini anlamamakta ısrar ettik.

Önce Fransa, sonra Almanya, daha sonra İngiltere ve en son olarak da Amerika’dan aldığımız “sokma akıl” bizi buraya kadar getirebildi. Ama bundan sonrası için iki lafı bir araya getirecek, iki sayfa kalem oynatacakların sayısı oldukça az. “Yabancı dille eğitim” yalanına inanmakta ısrar etmenin bu hâle gelmemize sebep olduğunu bile anlayamıyoruz. Anlamak istemiyoruz, çünkü hatâmızı kabul etmek nefsimize zor geliyor.

Dilimiz

Birçok Avrupa ülkesinin nüfûsu kadar öğrencimiz, iki yüzden fazla üniversitemiz, binlerce dernek ve vakıf, dışarıdan bakınca hummalı bir gelişme çabası içinde görülebilir. Ama gelin görün ki, ana dilimiz olan Türkçeyi kullanarak, bu dili konuşan insanlara evden çıkmamaları gerektiğini anlatamıyoruz. Bu kadar basit bir seviyede de bile iletişim sorunumuz var. Yabancı dil ve İngilizce kompleksimiz sebebiyle Türkçe, öz vatanında “sığınmacı” muamelesi görmenin intikâmını alıyor.

Evde oturmak zorunda kaldığımızda afalladık, çünkü bunun entelektüel birikimimizi arttırmak için bir fırsat olduğunu bile anlamadık. Lafa gelince dünya futbolundan küresel ekonomiye, askerî operasyonlardan beslenmeye her konuda ahkâm kesen milyonlarca insanın üç ay sonrası göremdeiğini anladık. Siyâsî iktidârın koyduğu 2023, 2053, 2071 gibi târihsel hedeflerin birer millî fantezi olarak kalmasını istemiyorsak, bu günleri kendi kendimizi muhakeme ederek geçirmeliyiz. Siyâsî iktidar daha fazlasını yapamaz, yapmamalıdır. Daha fazlasını yapmak, engelleyici olur.

Batı, kendi derdinde

Artık üç yüz yıldır bizi tatlı zehirle besleyen Batı dünyâsı bile kendi kendisiyle yüzleşiyor ve hesaplaşıyor. Türkiye umurlarında değil. Zâten kendileri için kurup büyüttükleri ve bize şirin gösterip kurallarını ezberlettikleri sistem çöküyor. Bunu anlayacak kadar ileriyi görenler, enkâzın altında kalmayacak. Ama bu sistem çökerken sâdece temellerinin üstüne değil, yayıldığı her yerde çökecek. Yayıldığı yerlere vizyon vermedikleri için, “başınızın çâresine bakın” deyip kendi paçalarını kurtarma derdi düşecekler ve düştüler.

Kendi anlam dünyâmız

Bizim bunca iç dinamiğimize ve on-on beş yılda benzersiz toparlanma örneği göstermemize rağmen, bundan sonra ihtiyaç duyduğumuz yakıt, maalesef yeterince oluşmuş değil. Ne Batı’yı ne Doğu’yu lâyıkıyla biliyoruz; ne Sağ’ı ne Sol’u gerektiği şekilde biliyoruz. Bunun sebebi, dünyâya kendi anlam dünyâmızdan, kendi kültür iklimimizden bakamamamızdır. Kendi anlam dünyâmızın inşa etmek, kendi kelimelerimizle eser vererek mümkün olur. Yabancı dilde yazılan makaleye daha çok puan veren akademik sistem, bizi şimdiki noktadan ileri bir adım bile götüremez. Bu noktanın ötesine geçmeden, Doğu’nun ve Batı’nın ne olduğunu, geçmişin ve geleceğin ne olduğunu anlayamayız. Son üç yüz yıllık acı tecrübemiz bunun en büyük ispâtıdır.

Eski tas, eski hamam

Ulusal ve küresel sosyal hayat normale döndüğünde, bu günleri hemen unutacağız. Şu anki hâlimizden zerre miktar ders almadığımızı herkes görecek. (Keşke haksız çıksam!) Yine egoist ve bencil davranacağız. Yine dünyânın kendi etrâfımızda döndüğüne ispat etme gayretine gireceğiz. Yine dinlemeden tartışacağız, herkesi ikna etmeye çalışacağız. Yine yolsuzluk yapılacak, yalan söylenecek. Birçok kişi can sıkıntısını şiddete mâzeret yapacak. Yine her şeyi devletten bekleyeceğiz; hem de eskisinden daha çok. Bu günleri konuşmaya bile dayanamayacağız.; “Biz bugüne bakalım” diyeceğiz. Yine trafik canavarları ortaya çıkacak. Yine hiçbir iyiliği beğenmeyeceğiz. Bâzılarının şimdi yaptığı gibi ülkemizi kötüleyeceğiz; “Yaşanmaz bu ülkede” deyip şimdi yardım dilenen ülkeleri gözümüzde büyüteceğiz. Olumsuzlukları başkalarının üstüne atacağız ve kendimizi yine günahsız ve mâsum görme hatâsının kollarına atacağız.

Bunları yapacağız, çünkü ileri bakmak yerine, yine daha kolayını seçip önümüze bakacağız ve önümüze ne konursa onu göreceğiz. Depremi deprem olunca hatırladığımız gibi, bir sonraki krizde afallayana kadar, hiçbir şey olmamış gibi yapıp kendimizi kandıracağız. Herşeyi devletten bekleme alışkanlığı, bir başka boyutta düşünceyi de başkalarından bekleme şeklinde ortaya çıktığı için, “el kesesiyle hovardalık” yapacağız ama mârifeti kendimizde zannedeceğiz. Kaybedecek günler ve yıllar çoktan bitmiş olmasına rağmen ve nicedir borç yememize rağmen, düşünmek görevini üstlenmeyeceğiz. Sosyal medyadaki iki satırlık bilgelik paylaşımlarıyla dünyâyı kurtaracağız.

Bunları söylerken, “beğenmemeyi iş edinen” yobaz muhalefetten bahsetmiyorum. Buradaki muhatabım ve hedefim, bu ülke için üzülme, bu ülke için çabalama, bü ülke için kendinden, âilesinden, sevdiklerinden fedâkârlık yapma, bu ülke için darbeye göğüs görme, tankın altına yatma duygusunu kaybetmemiş ve bu duygulara sâhip çıkanlardır. Ama kırk-elli yıllık hayâtını gözüne kırpmadan devleti için verecek kadar yürekli olanlar, günde yarım saatini verme konusunda anlamsız bir duyarsızlık ve umursamazlık içine girebiliyorlar. Bu, telâfisi zor ve affı imkânsız bir gaflettir.

Çözüm

Elbette, bunca lafı boşuna ve kendi kendimize şiddet uygulamış olmak için etmedim. Devlet anlayışını, kendi siyâsî sınırlarının çok ötesinde yaşayan bir kültürün çocuklarının, bu kadar kısa vâdeli ve sığ düşünme hastalığının teşhisini koymak ve tedâviye başlamak için, geç kalmış olsak da, yapılan az sayıdaki iyileştirme müdahaleleri sistematik olarak ele alınmalı ve yapısallaştırılmalıdır. Burada çâre, siyâsî otoritelerin muğlaklığında aranmamalıdır. Çâre, devleti de ayakta tutan değerler sisteminin kültürel kodlara yeniden işlenmesi ve güçlendirilmesidir.

Ne yapılacaksa yapılsın istisnâsız birinci şart, Türkçeye sâhip çıkmak, Türkçeye güvenmek ve Türkçeyi tâvizsiz kullanmak olmalıdır. Aksi takdirde ne yazarsak yazalım, ne okursak okuyalım başkasının değirmenine su taşımaya devam ederiz.