Son günlerde bir Zarrab ve Man Adası fırtınası esmekte memleketimizde.
Son günlerde bir Zarrab ve Man Adası fırtınası esmekte memleketimizde. Eline bazı belgeleri alan Sayın Kılıçdaroğlu, tam da Reza kardeşimizin bülbül olmaya niyetlendiği anda ortaya atıldı. Dikkat edilirse, Ekim ayının başından itibaren meczup ve hain casusbaşı Fetullah’ın “Kasım ayını bekleyin, ümidinizi kaybetmeyin!”, mealindeki mesajları da piyasada dolaşıma sunulmuştu. Herhalde, bu gelişmeler tesadüf olmasa gerek.
Bu meseleyi iç siyasetin nefret – aşk ikilemi ile yorumlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Hem dış hem de iç dinamikleri kronolojik olarak gözden geçirmeliyiz ki, tam olarak ne olduğunu anlayabilelim.
DIŞ GELİŞMELER: ATLANTİK CEPHESİNDE SONUN BAŞLANGICI
ABD soğuk savaş sonrasında küresel bir imparatorluk olmaya soyundu. Küreselleşme bu yolda ABD’nin kullanacağı bir araç olarak düşünülüyordu. Bunun için yazılı ve görsel medya kullanılarak “bireycilik”, “dünya vatandaşlığı”, “liberal değerler” bütün dünyada hakim kılınmaya çalışıldı. Bunun için de milli devletlerin küreselleşmeye direnmesinin önlenmesi, milli devletlerin teslim alınması gerekmekteydi. Aynı zamanda, eski SSCB ve yeni Rusya’nın elinin kolunun bağlanması, Çin ile birlikte ablukaya alınıp teslim alınması hedeflenmekteydi.
Bu hedeflere ulaşmak için gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan/çıkarılan krizler bahane edilerek liberalleşme reformları (özelleştirme–dış sermaye girişlerine ve spekülasyona kapının açılması-tarımın tasfiye edilmesi) dayatıldı. Kimi ülkeler bunu gönüllü olarak uygularken (en güzel örnek Türkiye’dir) kimileri de direnme süreci içine girdiler. Direnen ülkeler içinde ağırlıklı olarak doğal kaynaklar açısından zengin ülkeler (Irak, Libya, Venezüella) ve stratejik olarak değerli konumdaki ülkeler (Kafkasya, Orta Asya ülkeleri ve Suriye) ilk olarak hedefe kondu. Burada İran özel bir yere sahipti. İran hem stratejik öneme sahipti, hem doğal kaynak zenginiydi hem de ABD ve İsrail düşmanıydı. ABD, Irak’ı 2003’te işgal etti. Milyonlarca insan yerinden edildi, yüzbinlerce insan canından oldu. Ülke üçe bölündü: Barzani yönetimi, Sünni ve Şii Arap bölgeleri. Sonra “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” naraları ile Turuncu Devrimler ve Arap Baharı geldi. Gürcistan ve Ukrayna batı ile doğunun savaş alanına döndü. Libya, Tunus, Yemen, Mısır ve Kırgızistan’da halk ayaklanması ile yönetim değişti. Suriye’de dünyanın bütün eşkıyalarını toplayıp iğrenç katliamlar yaptırdılar, sonra da kendi taşeron örgütü PeKeKe’yi sahaya sürerek İkinci İsrail projesini başlattılar. Venezüella’da ise ambargo başlatıldı; bir kaç kez darbe veya halk ayaklanması tezgâhlandı. Ancak bütün uğraşlarına rağmen Venezüella ve Suriye’de başarıya ulaşamadılar. Özellikle son bir buçuk yılda hem Suriye’de hem de Irak’ta ABD güçleri ve işbirlikçileri ardı ardına yenilgiye uğramaktadırlar. Tabii, bu yenilginin en büyük sebebi, bölge ülkelerinin Atlantik merkezli güce karşı bölgesel birlikteliğe gitmesiydi. Bölgesel birlikteliğin başarısının sırrı da ABD’nin bu bölgelerdeki en büyük müttefiki, sırtını dayayacağı sağlam duvar olan Türkiye’yi kaybetmesindeydi.
ABD’nin kendi hegemonya aracı olarak kullanmaya çalıştığı küreselleşme süreci, ABD politika tasarımcılarının beklentilerinin tersine Çin’i yeni bir dünya gücü olarak ortaya çıkardı. Rusya Putin yönetiminde eski güç ve etkinliğini yeniden tesis etmeye başladı. AB ise ABD’nin küresel imparatorluğunun bir eyaleti olacağına, aksine, Almanya önderliğinde kendisi bir dünya gücü olmaya soyundu. Bütün bunların sonucunda ABD’nin küresel hegemonya hayallerinin gerçekleşme ihtimali çok azaldı.
İÇ GELİŞMELER: TÜRK MİLLETİ VATANSAVERLİK PAYDASINDA BİRLEŞİYOR
Türkiye, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin NATO sisteminin bir parçasıydı. Tabii ki, bu üyelik, öncelikle NATO ittifakının ihtiyaçlarına göre şekillenmekteydi; Türkiye’nin mili kalkınma hedefleri, jeo-stratejik menfaatleri dikkate alınmazdı. Türkiye’deki seçilmiş politikacılar ne zaman kendi ülkelerinin menfaatleri doğrultusunda NATO ittifakı dışında alternatif arayışına gitseler, ya bir darbe ya da bir muhtıraya kurban gittiler. Bundan doğal bir şey olamazdı çünkü NATO askeri bir örgütlenmeydi ve müdahale yöntemi de askeri olacaktı.
Soğuk Savaş sonrasında, kendisi gönüllü olarak küresel güçlere kapısını açmış olan Türkiye, sabık başbakanlardan Çiller’in tabiriyle “Beyaz atın sırtında haydi Türkiye’m ileri!” diyerek emperyalistlerin kurdukları tuzağa balıklama atılmıştı. Burada bir saptama yapmak gerekmektedir: 1950’den bu yana milliyetçi muhafazakâr partiler sağcılığı devletçilik karşıtlığı ve serbest piyasa ekonomisi taraftarlığı olarak tanımlamıştır. Bu bağlamda, genel siyasi çizgileri NATO’culuk istikametinde şekillenmiştir. Ne yazık ki, bu sağ partilerin millet oyuyla elde ettikleri iktidarları da, yine, NATO’cu darbeler tarafından ellerinden alınmıştır.
Son on yıldır Türkiye’de, gerek kendi içinde yaşanan çeşitli darbe ve muhtıra girişimleri gerekse de çevre ülkelerde yaşanan facialarla bir vatanseverlik şuuru oluşmaktadır. Hepimizin evi olan vatana ne kadar muhtaç olduğumuz geniş kitleler tarafından daha köklü bir şekilde idrak edilmektedir. 1990’ların başından bu güne gerçekleşen suikastler, Balyoz - Ergenekon davaları, CHP ve MHP’de kaset operasyonları, 17-25 Aralık Yargı Darbesi, Gezi Eylemleri ve 15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimi... Bunların hepsi, ABD’nin bölgede küresel operasyonlarına Türkiye’nin köstek olmaması, yoldan çıkmaması için yapılmıştır. Hepsinde kullanılan ana aktör FETÖ’cüler ve NATO’cu bürokratlardır. Bu girişimlerin her biri başarısız olmuş ve her geçen gün millette vatanseverlik şuuru pekişmiş ve bununla paralel olarak da, Türk Devleti’nin siyaseti, ABD ve NATO güdümünden çıkmaya, bağımsızlaşmaya başlamıştır. Son çare olarak Türkiye’ye ekonomik yoldan bir abluka uygulanmak istenmekte ve bunun sonucunda da Türkiye’nin dışa bağımlı ekonomisinin teslim bayrağını çekerek ABD’nin istikametine girmesi hedeflenmektedir. ABD’nin başarısızlığı Türkiye’nin bölge ülkeleri ve özellikle İran ile ittifakından kaynaklanıyorsa, ABD’nin zaferi de en önce Türkiye’nin yeniden ABD tarafına geçmesi ile sağlanabilecektir.
ABD NE İSTİYOR?
ABD’nin istekleri nettir:
• Rusya ve İran’la askeri ve stratejik ittifaktan çık.
• İran’a yapılacak müdahaleye katıl veya en azından karşı çıkma.
• Bölgede PeKeKe’ye göz yum, daha iyisi ağabeylik et.
• Ülkende PeKeKe ile yeni bir Çözüm İhaneti başlat ve PeKeKe’ye özerklik ver.
• Kıbrıs’ı ver.
• Sözde Ermeni Soykırımı’nı kabul et.
ABD’nin yöneticileri son şıkın gerçekçi olmadığını bilmektedirler. Zaten öncelikli hedefler Zarrab Davası ve Man Adası belgeleriyle mevcut hükümeti pazarlığa ikna etmektir. Eğer hükümet yukarıdaki maddeler üzerine pazarlığa girişirse, bu, büyük bir hata olur. ABD’yle hiçbir pazarlığa girilmemelidir, çünkü Zarrab Davası’nın Türkiye açısından bir önemi yoktur. Biz ABD’nin yasalarına da, ambargosuna da uymak zorunda değiliz. Eğer ABD ile bu maddeler temelinde pazarlığa girersek büyük ihtimalle Kıbrıs’ı ve/veya Güney Doğu’yu veririz. Yok, pazarlığa girmezsek, ülke bir finansal ambargo bile yiyebilir. Vatanımızı müstevlilere karşı savunmanın bedeli buysa, Türk milleti bunu da yüklenir. Hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın bölge merkezli siyasetlerine, Türkiye’nin bağımsızlığını korumaya devam etmeleri gerekmektedir. Bilinsin ki, Türk milleti devletinin arkasındadır. Allah devlete ve millete zeval vermesin.