Bugünlerde Sayın Akşener hareketi MHP ve iktidar yürüyüşü imkanları gündemde tartışılıyor. Zannederim Meral hanım ve çevresi bir şekilde merkez sağ üzerinden siyaseti hedeflemekteler.
Bugünlerde Sayın Akşener hareketi MHP ve iktidar yürüyüşü imkanları gündemde tartışılıyor. Zannederim Meral hanım ve çevresi bir şekilde merkez sağ üzerinden siyaseti hedeflemekteler. Ancak gerek ülke aydınları gerekse kendi çevresinin yüzleşmeyi biraz da politik nedenlerle geciktirdikleri bir konu mevcut. Bu da, terör tartışmaları ötesinde Türk milliyetçileri tarihsel Kürt sorunu hakkında ne yapmalı ?
Merhum Durmuş Hocaoğlu “her kadim devletin kurucu unsuru vardır” derdi. Bunu ABD’de WASP-Beyaz Anglo Sakson Protestan, Türkiye de ise Müslüman Sünni Hanefi Türk diye tanımlardı. “Kurucu unsur devlet kurulurken kan bedelini ödeyen, yıkılma tehditleri karşısında da kan bedelini sonuna kadar ödeyecek olan ve ne olursa olsun gemiyi terk etmeyecek olanlardır.” tanımını yapardı. Tabii anladığım kadarı ile bu kurucu unsur efendilikten ziyade hizmetkârlığa talipti yani anayasal eşitlik içinde diğer unsurlarla yönetişim içinde olup güvenlik sigortası olan çekirdek unsurdu.
Bu arada merhum hocamızın Ekopolitik Büyük Çatı toplantısında Gültan Kışanak hanımefendiye söylediği “Kurucu unsurun kılıç hakkı vardır” sert ifadesi hâlâ hatırımdadır. Ama genel olarak kurucu unsur teorisinde tarihsel bir tutarlılık vardır diyebiliriz. Güncel siyasi tartışmalar ışığında İslam’ın politik rolünü nasıl anlamalıyız gibi Türk milliyetçiliğini nasıl anlamalıyız sorusunun doğru cevabı da izafi olacaktır. Ancak en basit ifadesi ile bu tanım Türk milletinin (Oğuz kökenli Türkik halkların) tarihsel pozitif ahlak ve yönetim değerlerini, insanlığın istifadesine açık tutabilmek, ortak vatan ülküsünü devam ettirebilmekse, bunun akılcı şartlarına riayet edebiliyor muyuz diye kendimizi sorgulamamız lazım. Bu sorgulamanın en nesnel referansı olarak da Kürt sorunu karşımızda duruyor.
Tarihsel bir arka planda Türklerin kurucu unsur olduğu Selçuklu, Osmanlı, Timuroğulları ve hatta Cengiz İmparatorluğu’na baktığımızda yöneticileri bugünkü politik dilin anladığı Türk milliyetçiliği ile davransalardı acaba bu kadar büyük coğrafyaları, farklı kavimleri, dinleri bu kadar uzun sürede uyumlu olarak yönetebilirler miydi? Gözüken o ki bu politik dille bırakın cihan şümul devlet yönetmeyi Türkiye’nin Kürt sorununu bile yönetmek mümkün gözükmüyor. Cumhuriyetimizi kuran kadroların içinde bulunduğu Osmanlı aydınlarının devletin dağılmaması için geliştirdikleri Osmanlıcılık, belki İslamcılık veya Turancılık karşısında en gerçekçi olanıydı.
Seküler, zorla veya gönüllü asimilasyon kimlik projesi, Osmanlı’nın son bütün bakiyesi Türkiyemiz’de tutabilirdi. Ne yazık ki biz Ortadoğu coğrafyasındaydık, İmparatorluk dağılırken bizi bir şekilde terk etmeyen Kürtlerin coğrafi ve nüfus çoğunluğu Sykes-Picot’ta bizde, akrabaları da dışarıda kalmıştı. Türk milliyetçiliğini, vatanseverlik ve ülkenin etkinliği açısından yorumlayanlar artık Kürt sorununun gerçekleri ile 19-21.yüzyıla retroperspektif yaparak yüzleşmek zorundalar. Aksi takdirde Brüksel, Londra veya Washington merkezli dayatmalara uymak zorunda kalmaya devam edecekler. Bugün kanal tedavisi gereken bir dişe pansuman ve altın kaplamasını tartışıyoruz. Değerli bir otoritenin dediği gibi “üstü örtülü düşük yoğunluklu savaşta üçüncü taraf olan halkın kalbini kazanmak ve reformlar önemlidir”. Son dönemlerde iyi niyetli çabalarda yol alınmıştır ancak henüz yeterli değildir. Soruna, sadece askeri seçenek bu aşamadan sonra gerçekçi değildir. Bunun için savaşacak kurum ve insan kaynağı yeterli olsa da haklı olarak bazen sorgulanmaktadır.
Kürt sorunu bölgesel 19.yüzyıl kolonyalistlerinin tanımıdır. Oryantalistler burada niyetlerini belirtmiş, yarayı da doğru tanımlamışlardır. Sykes-Picot’u fırsat gören, Türklere hiçbir zaman güvenilemeyeceğini ifade eden, Kürt devletini savunan Osmanlı Kürt aydınlarının sayısı da az değildir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye arkadaşı İhsan Nuri Paşa (Ağrı isyanı lideri/ Kurtuluş ve Çanakkale’de savaşmıştır), Cemil Paşa (Sarıkamış’ta ağır yaralanmıştır), Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdulkadir bunlardan bazılarıdır. Bu tip aydınlar İngiliz istihbaratından Binbaşı Edward Noel gibilerden çok teşvik bulsalar da, özellikle M. Kemal’in istihbarata karşı koyma, caydırıcı politikaları ve Düvel-i Muazzama’nın genel politika değişiklikleri sonucu istedikleri sonucu alamamışlardır. Bu dönemde Kürdistan Krallığı’nı ilan eden Süleymaniyeli Şeyh Mahmut’un İngiliz sömürgecilerine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini ve Ankara hükümeti ile işbirliği arayışlarını da unutmamak gerekir.
Bugün Sykes-Picot’nun anlamsızlaştığı coğrafyada Kürt coğrafyası aydınları benzer arayışlar içerisindeler. Kendi başlarına bu günkü Düvel-i Muazzama Amerika-İsrail ekseninde dolaylı bir meşruiyet ile konfederal bir bağımsızlığa mı gidecekler, yoksa Türklerle işbirliği içinde birlikte bir çözüm (Musul Vilayeti –Şu an tarihsel Misakı Milli coğrafyamızın Kürt,Türkmen ve Asurilerin yaşadığı K.Irak ve K.Suriye bölgesi bölgenin Türkiye’ye bağlanma hakkı Londra ve Ankara antlaşmalarında mevcut) mi geliştirecekler? Türk milliyetçiliğini savunan aydınların burada sorumluluk almaları gerekiyordu maalesef geciktiler. Var olan bir şeyi yok saymak veya eksik tanımlamak vebaldir.
Kürt sorunu sadece KCK yapılanması, Rojava ve Hizbullah’tan müteşekkil değil. Tarihsel Musul Vilayeti’nde yaşayan Barzani, Talabani (Yekiti- Kürdistan Yursever Birliği), Goran siyasetleri ve güney coğrafyayı da içine katmadan anlaşılamaz. Güney Kürt coğrafyasında Sykes-Picot anlamsızlaştığından bu yana başta Kuzey Irak bölgesi hakkında oluşan ön yargılarımızı Kuzey Suriye bölgesinde de tekrarlamamalıyız. Sonuç, orada yaşayan halk Misak-ı Milli’nin ayrılmaz bir parçası ve vatandaşlarımızın akrabalarıdır. 1960’lı yılların sosyalist ulusal kurtuluş hareketleri Ankara’da okuyan Kürt gençleri açısından isyan adına farklı modeller oluşturdu, PKK buradan çıktı. Devrimci şiddet ve Zor’un rolü adına karşılıklı tarifsiz acılar yaşandı. Parti’nin dönüşüm yeteneği varsayımı ve kurucu kadrolarının Ankara’da okumuş olmalarının Ankara merkezli çözümlere kapıyı hep açık bıraktığı kabul edildi. Abdullah Öcalan’nın Lenin’nin ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tarihsel yanılgıdır’ tezi, devletlerin sınırlarına saygılı Öcalan’ın komünal yaşamdan geliştirdiği Kantonal yönetim (!) modelleri bunlardan birkaçı olarak sayılabilir.
Reformların yavaş sürmesi sorunun uluslararasılaştırılmasına yardım edecektir. Sert yaptırımlar fırsat kollayan uluslararası yapının teşvikini almayı umut eden Kürt aydınlarında artık otonomi, federasyon veya tam bağımsızlık düşüncesini vazgeçilmez kılacaktır. Maalesef 1970’li yılların sağ geleneği ile, içinde İslamcılık ve yerel milliyetçilik dahil Kürt sorununa bakmak, sorunu eksik tanımlatıyor. Günlük taktik ve pratiklere yönlendiriyor bizleri. Mevcut Sağ aydınlarımızın bir kısmı sorunu Öcalan’nın yakalanmasından itibaren görüyorlar 1800’lü yıllardan itibaren merkezi idari yapılanmanın başlanmasından itibaren göremiyorlar. Çözüm sürecinin yeteri kadar şeffaf olamaması, gayri resmi müzakere yöntemi bizlerin yetiştiği siyasi zihniyetimizden kaynaklanıyor. Kandil ve KCK üzerinde oluşturulacak Türk Milliyetçilerinin ağırlıkta bulunduğu STK baskısı faydalı olabilirdi. Bu da KCK’nın alan baskısının kolay oluşumunu engelleyebilirdi. Burada bölgede kamu otoritesinin zaafa uğraması ve KCK yapılanmasının etkin olması bizi tarihsel gerçekleri görmekten de alıkoymamalı. Belki de tarih, Kürt sorunuyla ilgili coğrafyada başta son Vatan toprağını savunan Türk Milliyetçilerini olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu’nun varislerinin kırılma veya toparlanma süreci olarak hepimizi test ediyor