Çaylarımızı yudumlarken, halâ bir Kürt meselesinin olduğuna dair fikirler ileri sürüyordu:
-Mesela otobüste iki kişi Kürtçe konuşsa herkes ters ters bakıyor, dedi.
Çünkü az önce sormuştum, “Nedir gönlünüze göre olmayan. İsteyip de alamadığınız ne kaldı?” diye…
Meselenin bir şeyler almak olmadığını, halâ hüküm süren bir ruh halinin aşılması gerektiğini anlatmak istiyordu. Verdiği örnek hem dikkatimi çekti hem de düşündüm.
Evet, iki kişi topluma açık bir yerde Kürtçe konuşsa rahatsız olur muyduk?
Dürüst olmak lazım.
Hemen “Hayır, ne alaka? Kimse rahatsız olmaz” diyemedim. Masada oturanlara sordum.
“Gerçekten bu durum içimizde nasıl bir tepki/ durum uyandırıyor?”
Mırın kırın edip herkesin istediği gibi konuşma özgürlüğünün olduğunu söyledik.
Söyledik ama rahat edemedim.
Beynim özgürlükten yanaydı ama gerçekte hep bir rahatsızlık olduğuna ve hatta belki rahatsız olduğuma da şahittim.
Nasıl olacaktı?
Çözdüm…
Problem Kürtçe konuşmak değil.
Problem konuşmak…
Çünkü rahatsızlığa sebep olan konuşmanın kendisi. Yani beni rahatsız edecek kadar duyuyor olmam…
İster Türkçe konuşsun, ister Kürtçe, ister İngilizce…
Farklı bir dille konuşuyor olmanın verdiği, “Nasıl olsa kimse anlamıyor!” rahatlığı ses tonu ve üslup olarak rahatsız edici durumların sergilenmesine sebep oluyor.
Ben sinemada da konuşanlara sinir oluyorum.
Veya filmin tam ortasında karanlığa ve filmin atmosferine küfreder gibi cep telefonu ile oynaşıp ekran ışığı ile dikkat çeken küstahlar.
Madem ayrılamıyorsun telefonundan, niye geldin sinemaya?
İçim rahatladı.
Ben ırkçı değilim. Kürtçeden, Kürtçe konuşulmasından da rahatsız değilim.
Hatta bu kadar yaygın ve ülkemin neredeyse ikinci dili sayılabilecek Kürtçeyi çat-pat da olsa bilmek isterdim.
Demek ki iş adab-ı muaşeret de düğümleniyor.
Aynı mekânda bir gün sonra daha kalabalık dostlarla vakit geçirirken, düşüncelerimi perçinleyen bir durum söz konusu oldu.
Masanın önemli kısmı aynı yöreden ve kendi öz dilleri var.
Sohbetin aralarında konuşmaların bazılarının bu dile kayması, herkesin ortasında birisinin kulağına üstelik imalı tavırlarla bir şeyler fısıldamak gibi…
İstisnasız hepsi sevdiğim, değer verdiğim insanlar olmasına rağmen, aralarda anlamadığım dilde diyaloglara girişmeleri beni rahatsız etti.
Umuma anlatılmayacak bir mevzu, umumun ortasında başka bir lisana sığınılarak da anlatılmaz.
Olmamalı…
Dolayısıyla bu ülkenin “Kürt Meselesi” yok.
Aşmamız gereken ruh halleri, kırıklıklar, çekinceler var. Ve bunlar sadece Kürtler için geçerli değil. Devlet aygıtının seçkinci bir zorba kitle tarafından zulüm aracı olarak dayatılması, bu ülkenin bütün evlatlarını yaraladı.
Hepimizin tedaviye ihtiyacı var.
Zaten onun için bu referandum.
Cumhurbaşkanını da ben seçmek istiyorum.
Vekilimi de…
Kabineyi de…
Kimsenin İngiltere’nin, İsrail’in, Soros’un uşağı ve kaset peydahlaması olarak karşıma çıkmasına razı değilim.
Yemişim “Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyoruz” mızıklanmanızı…
Kapısında ömür tükettiğiniz mahkemenizi kim peydahladı?
Bıkmadan yazacağım. Biz hep birlikte milletiz.
Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Arap’ıyla…
Sünni’si, Alevi’si, ateistiyle…
Darbelerden, koalisyonlardan medet uman ihanet şebekelerine karşı, referandumda milletçe irademizi dünyanın beynine çakacağız.