Geçen yazıda kamu işletmeciliğinin değerlendirme kriterlerini anlatmıştım. Bir kamu işletmesi ekmek, ilaç, süt ve benzeri nihai malları ya da mazot, kereste, demir-çelik ve benzeri ara malları tam rekabet fiyatından satar.
Böylece tüketicinin temel tüketim malları ve işletmelerin de temel ara girdileri ucuza arz edilir. Ara girdi ve ara hizmetin kamu firmalarınca arzı özel sektör maliyetlerini düşürür ve üretim artışına katkı sunarken, tüketim mallarının kamu elinden arzı da tüketimi ucuzlatarak tüketicinin alım gücünü arttırır. Bu ikisi iktisat biliminde üretici artığı (firmaların ekstra kâr kazançları toplamı) ve tüketici artığı (tüketicilerin ekstra satın alma gücü kazançları) olarak tanımlanır ve toplamları da ilgili piyasada ki sosyal refahı oluşturur. Bununla birlikte kamu firmaları, aynı zamanda kamu mal (ekmek, süt, ilaç vb.) ve hizmetlerini (sağlık, eğitim, ulaştırma, barınma vb.) üretmek için kurulur. Kamu mal ve hizmetlerine ilave olarak ülkenin gelişmişlik düzeyine göre değişen stratejik ürünler de kamu eliyle üretilebilir.
Kamu
işletmeciliği sosyal refahı arttırıyorsa niçin özel sektörü tümden
kaldırmayalım? Bu soru önemlidir. Bilelim ki, ekonomide her kazancın bir
maliyeti vardır. Bütün üretimi devletleştirmek de bu maliyetleri çok arttırır
ve toplumun tümü için çok yüksek maliyetler ortaya çıkabilir. Bu yüzden sadece
belli sektörlerde kamu üretimi yapılır.
Kamu
firmalarının maliyeti var da özel firmaların maliyeti yok mu? Genelde kamu
firmalarının özel firmalara göre çok daha yüksek ölçekli üretim yapması
gerekir. Ayrıca dolaylı yoldan da olsa merkezi yönetime bağlı oldukları için
uzun bir bürokrasi zincirinin birer halkasıdırlar. Bu yüzden kamu firmalarının
bürokratik yapı ve yüksek ölçekten dolayı ortalama maliyetleri özel sektör
firmalarına göre daha yüksek olabilir; büyük oranda da böyledir. Böyle olunca,
kamu firmaları kendi varlık sebepleri gereğince tam rekabetçi fiyata yakın (tam
rekabetçi fiyat + yenileme yatırımı birim maliyeti) bir fiyattan satış
yaptıklarında yüksek ihtimalle zarar edeceklerdir. Kamu firmalarının zararı
merkezi yönetimce finanse edilir. Bu da vatandaşa ekstra vergi yükü olarak geri
döner. Bütün bu sebeplerden kamu işletmeciliği bütün sektörlerde değil, o günün
koşullarında en fazla sosyal refah yaratacakları sektörlerde yapılır.
Bugünkü yazıda
“Özelleştirme nedir, nasıl yapılır?” sorularını cevaplayacağım. Göreceğiz ki
Türkiye’de ne kamu işletmeciliği ne de özelleştirme gereğince ve hakkıyla
uygulanmamıştır.
ÖZELLEŞTİME UYGULAMALARINI DEĞERLENDİRME
KRİTERLERİ
Tıpkı Kamu işletmeciliğinde
olduğu gibi özelleştirmede de sosyal refahı maksimize etmek esası teşkil eder.
Yani bir firma, kamu firmalarının özel firmalardan farklı olarak bürokrasiden
kaynaklanan ekstra maliyetler varsayımından hareketle ancak iki gerekçeyle
özelleştirilebilir:
(i) Eğer özelleştirme sonucunda tam
rekabet veya tam rekabete yakın bir piyasa yapısına yol açacak ölçek
ekonomileri mevcut ise özelleştirme sosyal refahı arttırır.
Tam rekabetçi
bir piyasanın sanayi ekonomisi şartlarında oluşması pek mümkün değildir. Ancak
tam rekabet olmasa bile, firmaların aşırı kâr olanaklarının düşük olduğu etkin
rekabet şartları da sağlanırsa, özelleştirme düşünülebilir. Çünkü rekabetçi bir
ortamda firmalar olabilecek en düşük kâr oranlarıyla çalışır ve fiyatla maliyet
arasındaki fark çok düşük olur. Fiyat ne kadar düşük olursa tüketim ve
tüketimden elde edilen sosyal fayda da o kadar artar. Teknik olarak büyük bir
kamu işletmesi en azından 20 firmaya paylaştırılabilirse rekabetçi bir
alternatif oluşabilir. Ancak burada önemli bir nokta vardır: Geçmişte enerji
dağıtımında olduğu gibi büyük bir ulusal kamu tekelini bölgesel özel tekellere
paylaştırırsanız bu rekabeti arttırmaz, aksine fahiş fiyatlarla sosyal refah
olabilecek en düşük seviyeye iner. Çok sayıda firmaya bölüştürülebilmeli derken
özelleştirme sonrasında her bir firmanın birbirine rakip olacağı şartların da
oluşturulması gerekir. Bu dediklerimizin gerçekleşebilmesi için, o sektörde ideal
firma ölçeğinin yeterince küçük olması gerekir.
(ii) Eğer kamu tekelinin yarattığı
bürokratik zarar sosyal refahı özel tekelin yarattığının da altına çekmişse,
kamu firması bedelsiz olarak özel tekele dönüştürülebilir.
Yukarıda
bahsettiğim gibi kamu işletmeleri özel sektör şirketlerine göre çok daha büyük
ölçekli üretim yaparlar. Eğer optimal firma büyüklüğünden daha yüksek sermaye
gerektiren bir sektörde iseler sermaye maliyetleri sebepleri ile zarar
edebilirler. Buna bürokrasiden doğan idari maliyetleri de eklemeliyiz. Bu
durumda kamu firması kamu üretimi ilkelerine uygun fiyatlama yaparsa zarar
edebilir. Ancak yaratacağı sosyal refah artışı çoğunlukla sebep olduğu
maliyetin üstündedir. Örneğin Kent Lokantaları ele alınırsa, İBB’nin Kent
Lokantaları’ndan doğan zararı öğrenci, emekli ve dar gelirliye sağladığı sosyal
refahla mukayese bile edilemez. İşte eğer kamu işletmesinin yarattığı zarar
ürettiği sosyal faydayı özel tekelin bile altına indirirse, o takdirde özelleştirilmeli
veya kapatılmalıdır. Aksi takdirde kamu tekelinin tek bir özel firmaya satışı
sosyal refahı düşüren bir uygulama olur ve bir avuç insana servet transferine
neden olur.
Bunlar
haricinde özelleştirme uygulamasına gerekçe olarak öne sürülen bütçe açığının
kapatılması, Avrupa Birliği kriterleri gibi gerekçeler iktisadi açıdan anlamsız
gerekçelerdir.
Bu iki kriter
ve daha önce bahsettiğimiz Kamu İşletmeciliği kriterleri bize şu sonuçları
sağlamaktadır:
• Kamu firmaları zarar edebilirler.
• Kamu firmaları hiçbir zaman aşırı
kârla çalışmamalıdır.
• Özelleştirmenin nedeni kaynak
tahsisini düzeltmek ve sosyal refahı arttırmaktır. Bütçe açığını kapatmak gibi
bir amaçla özelleştirme yapılamaz.
• Ancak ve ancak kamu firması çok
yüksek maliyetlerle çalıştığı ve bu maliyetlerden kaynaklanan zarar tekelci
piyasanın yarattığından bile daha düşük bir sosyal refah oluşturuyorsa firma
bedelsiz özelleştirilebilir.
Türkiye’de kamu
işletmeciliği yukarıda belirtilen kriterlere göre yapılmamaktadır. Çünkü
stratejik sektörlerdeki kamu firmaları aşırı kârlarla, adeta özel
tekelmişçesine faaliyet göstermektedirler. Bunun sebebi, doğru düzgün bir vergi
sisteminin olmamasıdır. Bu da devletin açıklarını kapatmanın yolu olarak KİT
ürünlerinin aşırı kârla satılmasına yol açmaktadır.
Türkiye’de
özelleştirme politikaları da özünde, özel tekeller yaratan uygulamalar
olmuştur. Bu durum ancak elden bedelsiz çıkarılabilecek kadar zararda olan
KİT’ler için geçerli olmalıdır. Ancak dönüp geçmişe baktığımızda,
özelleştirilen bu firmalar hem aşırı kârla çalışan firmalardır (dolayısıyla bütçe
açığının kapanmasında katkısı olan firmalardır) hem de bunların satışında
gerekçe olarak bütçe açığı öne sürülmektedir. Aslında, yoklukları bütçe açığını
daha da arttıracak bu firmaların, en azından sabit sermaye amortisman dönemi
kadar bir vadede elde edebileceği kârları şimdiki değerleri toplamı kadar bir
fiyata satılmaları gerekir. Bu ise en azından 15 yıllık kârların şimdiki
değerleri toplamına denk gelir. Halbuki, geçmişe baktığımızda özelleştirilen firmaların
1-2 senelik kârların toplamına elden çıkarıldığı gözlemlenmektedir. Bu bütçe
açığını daha da arttıracaktır.
Kamu
firmalarında birikmiş fizikî ve beşeri sermaye stoku, bu firmaların
özelleştirilme yerine ciddi bir denetim ve yeniden örgütlemeye ihtiyaç
duyduğunu gösterir. Faaliyet dışı maliyetleri ortadan kaldıracak hiçbir önlem
alınmadan, sadece son çare olan özelleştirmeye başvurmak, refahı arttıracağına
azaltmaktadır