Kur'an-ı Kerim'de; "Tanrı kötüyü iyiden ayırır" der. Neden iyiyi kötüden ayırmıyor da kötüyü iyiden ayırıyor.
Kur’an-ı Kerim’de; “Tanrı kötüyü iyiden ayırır” der. Neden iyiyi kötüden ayırmıyor da kötüyü iyiden ayırıyor. Tam tersi olsaydı olur muydu? Olsaydı öyle derdi, değil mi? Ancak burada esas olan kötünün iyinin içinden ayrılıp, iyiliği tertemiz bırakmak. Bu da gösteriyor ki kötülük iyiliğe bulaşmış olsa bile, Allah isterse iyiliği temizleyebilir. İnsan gayret ederse kötülüğü bırakıp, iyilik sahibi olur. O yüzden bunu ben bir emir telaki eder ve derim ki madem yüce Yaratıcı dahi, iyiliği ve kötülüğü apaçık birbirinden ayırıyorsa bize de düşen bu ayete kulak vermek. Allah iyiliği emreder diyor bir başka ayette de. Yani iyilik peşinde olun diyor, buna kesin kes vurgu yapıyor. O halde ben de şunu anlıyorum, biz iyilik peşinde koşacağız. İyiliği talep edeceğiz ve kötüyü iyiden ayırmak için olan bu mücadelede Allah’ın emrine uyacağız. Çünkü biz iyiliğin peşinde koştukça kötülükten korunacağız. Bu durumda kötülükten korunmak pasif bir duanın ötesine geçecektir.
Aşırı iyilik
Her zaman olduğu gibi insan önce kendine iyilik etmesini bilmelidir. İnsan iyiliği tanımak için önce kendisine iyi olmalıdır. Ruh ve beden sağlığı başta olmak üzere koruma altına alınmalıdır. Çünkü bedenimize ve ruhumuza karşı da sorumluyuz. Kendimizi aşırı derecede hırpalayıp, yıprattığımızda iyiliğin içindeki faydayı alamayız. Başkasına sürekli iyilik yapmak kendini ihmal etmek, iyilik değildir. Her şeyde olduğu gibi denge burada da gereklidir. Bunun ölçüsü de vicdanımızdır. İyilik yaptığımız kişilere de nefes aldırmalıyız. Onları süreli iyiliğe boğmayalım. Biraz sindirecek araları olsun. Biraz zorluk da yaşasınlar. O dengeyi doğru tutturalım.
İyilik karşılıksız mıdır?
İyilik yap denize at, iyiliğin karşılıksız olanı makbuldür, gibi bir sürü deyim, atasözü sıralayabiliriz. İyiliğin temelinde tefecilik yoktur. Ancak iyiliği yapanın da sömürülmesi yoktur. O yüzden iyiliğin tanımı çok iyi yapılmalıdır. İyilik yapıldığında insana kendini iyi hissettiren, ruhsal olarak arındıran ve böylelikle toplumda da birlik ruhunu güçlendiren bir mekanizmadır. İyiliği yaptığımız kişi bizi kullanamaz. Genellikle bu tür yanılgı ve hezeyanlara düşebiliriz doğal olarak. Böyle düşüncelere girdiysek, demek ki bizim aşırı yaptığımız bir şeyler vardır. Hayatımızın bir yerinde denge kaçmıştır. Onu görmemiz gerekiyor. Karşılıksız yaptığımız iyiliğin karşılığını kötülüklerden korunarak aldığımız gibi bir gün bir yerde o iyiliğin karşımıza başka bir şekilde çıkacağını nerden bilebiliriz? O yüzden iyiliği yaparken sevgi, muhabbet beklemek doğaldır. Ama bazen bunu da görmediğimiz gibi anlaşılmadığımızı hissetmek de doğaldır. O zaman demek ki o kişi veya kişilerin sizden artık o tür bir iyilik görmesi gerekmiyordur. Kendimize mesafe açarız. İyiliğin bazı insanlara iyi gelmediğini biliriz. İyilik yapmanın binbir türlü yolu vardır.
İyilik yasası
İyilik belirsiz bir harekettir. Bazıları iyilik karşısında nasıl davranacağını bilemez. İyiliğe cevap vermek bazıları için son derece zordur. Ancak şu da var ki neden bir cevap bekleriz. Bunu kendi içimizde sorgulamalıyız. Her etkinin, hareketin evrende bir karşılığı vardır. Öfke ile elinizi bir yere vurduğunuzda elinizin acıyacağı gerçeğinden kurtulamayız. Ya da birine verdiğimiz zararın karşılığını elbette alacağımızı biliriz. Her hareketin etki-tepki yasası gereği cevabı olacaktır. Ama biz bunu hep bir matematik formülüne bağlamak istiyoruz. İyiliğin karşılığı belirsizliktir ve bunda da bir hikmet vardır. Her iyiliğin karşılığını iyilik yaptığımız kişiden beklememeliyiz. Daha iyi ve daha şahane bir yerden geleceğine inanmalıyız. Hatta gelmiş de olabilir. Farkına varmalıyız. Hatta içindeyizdir artık anlamalıyız.
SİMLİ YILLAR
80’li yıllarda Aralık ayının ortalarını geçtik mi beni bir heyecan sarardı. O zaman haberleşme sadece ev telefonu ve posta ile gönderilen mektuplarla sağlanırdı. Yeni yıl mesajlarımızı, dileklerimizi genellikle hatta büyük çoğunlukla kırtasiyelerden seçtiğimiz kartpostallar ile yapardık. Göndereceğimiz kişinin yaşına, mesleğine ve yaşadığı yere göre kartpostal seçerdik hem de en simlisinden. Çok severdim o simli kartları. Ellerimi üzerinde dolaştırıp yüzüme simleri sürmeyi, parlamayı severdim. Bazen kartpostalları kendim de yaptığım olmuştur. Zamanında yurt dışından dönerken yanımda getirdiğim simleri, yıldızları ikiye katlamalı kartpostal tasarımlarımın üzerine desen yapardım. Bir kısmı dökülse de yine de çok güzel görünürdü. Sevdiklerimize işte iyi niyetlerimizi bu kartlarla dilerdik. Postaneden aldığımız pulları üzerine yapıştırır adres kısmına da gideceği yerin adresini yazar ve posta kutularına atardık. Anında etkileşim yoktu ama bunun heyecanı bambaşkaydı. Beklerdik. Posta kutusunu her gün kontrol ederdik. Şimdi düşünüyorum da hiç de hijyenik değilmiş. Ama kimsenin de aklına hijyen gelmezdi. Benim de Almanya’dan çocukluk arkadaşlarımdan uzun süre kartpostallar geldi böyle. Çoğunu da biriktirmiştim. Fakat sonra taşınmalarda atılmış olmalı. Bir tanesi bile yok. Işıl ışıl, parlak yıllardı. İyi ki o yılları yaşamışız.
VAKİT GELDİ
Vakit, zaman geldi mi gidebilmeli insan. Buna cesaret edebilmeli. Yüreğini geride bırakmadan, toparlanıp yeni bir yolculuğa çıkabilmeli insan. Bahaneleri atıp tek başına ona kucak açan güzellikleri karşılayabilmeli. Kimse zamana tapulu değil. Kimse yerine, kimse mevkiine ve kimse bu dünyaya ait değil. Çok alışıyoruz her şeye. Çok sahipleniyoruz her şeyi. Çok benimsiyoruz fikirlerimizi. O kadar ki orada mıh gibi çakılı kalıyoruz, eskiyoruz, çürüyoruz hareket etmeden ölüyoruz. Oysa bir yerden bir yere gitmeliyiz, hareket etmeliyiz. Üzerimizde taşıdığımız sorumluluklarımızı, yeni bir şekle sokarak paylaşmalıyız. Başka bir yolculuğa ve bambaşka bir iklime kapı aralamanın, heyecanı var olmalı insanın içinde. Hazır olmalı insan en güzel şeye. Hiç umudunu yitirmeden, heyecanını kaybetmeden hoplaya, zıplaya ışığa çekilebilmeli insan. Gayrısını düşünmeden elinden geleni yaptıktan sonra teslim olabilmeli ışığa insan. Bulut bulut dağılmadan, tek bir gökyüzü gibi kaplamalı insanın içini sevinç her şartta. Vakit ve zaman geldi. Belki de yeni bir yıla yeni bir heyecana yeni bir anlayışa ve yeni bir duruşa yelken açmanın vaktidir artık.
ELİF SABIR
VAKİT GELDİ
Vakit, zaman geldi mi gidebilmeli insan. Buna cesaret edebilmeli. Yüreğini geride bırakmadan, toparlanıp yeni bir yolculuğa çıkabilmeli insan. Bahaneleri atıp tek başına ona kucak açan güzellikleri karşılayabilmeli. Kimse zamana tapulu değil. Kimse yerine, kimse mevkiine ve kimse bu dünyaya ait değil. Çok alışıyoruz her şeye. Çok sahipleniyoruz her şeyi. Çok benimsiyoruz fikirlerimizi. O kadar ki orada mıh gibi çakılı kalıyoruz, eskiyoruz, çürüyoruz hareket etmeden ölüyoruz. Oysa bir yerden bir yere gitmeliyiz, hareket etmeliyiz. Üzerimizde taşıdığımız sorumluluklarımızı, yeni bir şekle sokarak paylaşmalıyız. Başka bir yolculuğa ve bambaşka bir iklime kapı aralamanın, heyecanı var olmalı insanın içinde. Hazır olmalı insan en güzel şeye. Hiç umudunu yitirmeden, heyecanını kaybetmeden hoplaya, zıplaya ışığa çekilebilmeli insan. Gayrısını düşünmeden elinden geleni yaptıktan sonra teslim olabilmeli ışığa insan. Bulut bulut dağılmadan, tek bir gökyüzü gibi kaplamalı insanın içini sevinç her şartta. Vakit ve zaman geldi. Belki de yeni bir yıla yeni bir heyecana yeni bir anlayışa ve yeni bir duruşa yelken açmanın vaktidir artık.
GENÇ VAR GENÇ VAR
Gençler var bakıyorsunuz bahane üretmekten başka bir yolları yok. Disiplinsizliklerini bahanelere kilitleyen, başarısızlıklarını yine bahanelere sığdıran gençler insana gerçekten sıkıntı veriyor. Bu tarz insanlar başkalarını da aşağıya çekerler. Farkına varmazsınız, diplerde dolaşırsınız. En azından kendinizi yukarıda tutmak için zorlanırsınız. Bunlara nasihat fayda etmiyor. Moral motivasyon çok kısa süreliğine belki işe yarıyor. Hayır! Her adım başı bahane üretip, oflayan, puflayan insandan kimseye hayır gelmez. Sanırım elde etmek istediklerini bu şekilde elde ediyorlar. Bu da bir yöntem olsa gerek. Ancak bu kişilerin kesinlikle tedaviye ihtiyaçları var. Bir de gençler var ki taşını sıksa suyunu çıkartacak. Özellikle de tarımla uğraşan çiftçi gençler ve özellikle de genç kızlarımız. Dünyanın en meşakkatli, en riskli mesleği olan tarımla uğraşan gençlerimiz geleceğin gerçek gururu onlar. KPSS ve memur maaşına göz dikmiş üretimden uzak kalanlar değil bizin artılarımız. Onlar da olsun, olmasın demiyoruz ama bari tebessüm etseler işlerini yaparken. Bir süre sonra üretmeden almanın sıkıntısı insanın içine iç sıkıntısı olarak çöker. O yüzden üretmeyi hem de tarım gibi zor bir alana gönül vermeyi göze almış bu gençlerimizi ayakta alkışlıyorum. Onlar üç beş yıl gibi kısa bir zamanda klasik tarım anlayışını yıkacaklar. Bu yeni genç kuşakla birlikte tarım yükselecek. Çünkü onların tek bahanesi var üretmek ve üretmek.
ARTI EKSİ
Artı
Yapıştırıcı ve kek
Evde akşam çocuklar için vaktin uykuya geçtiği saatlerde kızım yapıştırıcısını aramaya başladı. Ancak belli ki bitmişti fakat ödevini tamamlaması için lazımdı. Alt komşumuzun okula giden kızımdan küçük iki kızı var. Ayrıca bir ana okul işletmecisi onda kesin vardır diye kızım soluğu kapısında aldı. Evet, gerçekten de kızımın aradığı o yapıştırıcıdan vardı. Komşumuz çok şeker olduğundan yapıştırıcı ile birlikte bir de yanında fırından yeni çıkmış mis gibi taze kakaolu kek göndermişti. İyi ki komşuluk var. (İki gün önce 20 Aralık Dayanışma günüymüş. Bizde ondan çok var şükür)
Eksi
Disiplinsizlik
İnsanın kendine yaptığı en kötü şey disiplinsiz olmasıdır. Bir sporcunun antrenmansız olması düşünülebilir mi? Canı istediği zaman antrenman yapan sporcu olur mu? Veya antrenman yapmamak için sürekli bahane uyduran sporcu olabilir mi? Öğrenci de disiplinsiz olamaz. Hedefi olan kişi disiplinsiz olamaz. Yani güncellenmeden kendine bir takvim çıkarmadan hedefe varamaz. Ama bazı gençler var ki disiplinsizliklerine bahane uydurmaktan başka bildikleri şeyleri yok. Onlara şimdiden geçmiş olsun diyorum. Baştan kaybettiler.
EĞİTİM MÜFREDATLA SINIRLANAMAZ
Özellikle ilköğretim ve lise eğitiminde büyük çoğunlukla öğretmenlerde gördüğüm sıkıntı şu ki kendilerini müfredatın dışına çıkaramıyorlar. Daha doğrusu ezberlenmiş bir müfredatı motomot aynı kelime ve kavramlarla vermenin dışında başka bir çareleri yok gibi duruyorlar. Oysa eğitim tek tipleştirmemeli. Öğrencinin içindeki yeteneği, cevheri ortaya çıkarmalıdır. Çünkü öğretmenlik adeta bir maden arama çabasıdır. Müfredat öğretmene bir çerçeve çizer ama o çerçevenin içini doldurmak öğretmenin özel yeteneğine bağlıdır. Belki de müfredatın arkasına sığınmayı seçen öğretmenler bu bölümün konusu. Öğrenciye sevgi ile keyif alacak şekilde günümüzün metotlarını kullanarak yeni bir dil oluşturularak dersler aktarılmalıdır. Oyunlar, drama eşliğinde şarkılar, masal anlatma teknikleri ve bilgisayar teknolojileri etkin bir şekilde kullanılarak verilecek dersler daha keyifli olacaktır. Her şeyden önemlisi de öğretmen anlattığı dersi yaşayarak coşku ile vermelidir. Dersin hakkını vermeli ve öğrenciye de bu duyguları geçirebilmelidir. Eğitimi aşk ile vermek için müfredatı bahane etmeyi anlamlı bulamıyorum. Ünlü bir yabancı ayakkabı markasının sahibi çocukluğunu, gençliğini bir iki çift ayakkabı ile geçirdiğini anlatıyor. Altları paralanan kadar eskimişlerle okula utana sıkıla gittiğini söylerken elinde tuttuğu pahalı ayakkabıyı işaret ederek, sonrasında ünlü bir ayakkabı markasının üretiminden başlayarak yaratacağımı kim akıllara getirebilirdi demek istiyor. Sınırlar sadece kafamızdadır.