5 Mayıs 2017 tarihli yazımda Türkiye'deki İslamcıların dünyadaki İslamcılardan farklı hatta taban tabana zıt olduklarını yazmıştım.
5 Mayıs 2017 tarihli yazımda Türkiye’deki İslamcıların dünyadaki İslamcılardan farklı hatta taban tabana zıt olduklarını yazmıştım. Buna göre Türkiye’de kendini İslamcı kabul eden zümreler: (i) Ehl-i Sünnet taraftarıdır, (ii) Osmanlı’yı ihyâ etmeyi amaçlarlar, (iii) ya tarikat veya cemaat mensubudur ya da bunlara karşı değildir ve (iv) demokratik seçimlerle iktidara gelmeyi özümsemişlerdir. Bunlar Türkiye İslamcılarının genelini ve siyasi tabanını oluşturur. Türkiye’de azınlık sayılabilecek Ihvan’cı, İran’cı, Reformcu veya Selefi İslamcılar bu tanıma girmez. Hele El-Kaide veya IŞİD tarzı bir tekfircilik neredeyse hiç yoktur. Bunların yanı sıra, İslamcılık adı altında bir takım kişiler azınlık milliyetçiliği (Kürtçülük, Çerkesçilik, Lazcılık vb.) gayreti içindedirler. Bu zevat, kendileri sayı olarak az olmakla birlikte medya iletişim organlarında etkili olabilmektedirler. Bugün bir kısmının “endişeli muhafazakâr” ediplerimizin gölgesi altında fikir beyan ettiği bu kişiler, her daim Batı emperyalizmi ve onun Truva atı olan “vatansız solcularla” teşrik-i mesai eylemiştir.
Genel olarak Türkiye’deki İslamcı zümreler Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisine ve doğal olarak, hem şahsen hem siyaseten Atatürk’e karşıdırlar. Neden? İsterseniz yukarıda üç öbek halinde sınıflandırdığım İslamcıların her bir grubunun karşı oluş sebeplerini özetleyeyim:
Geleneksel İslamcıların Atatürk’e karşı çıkma sebepleri, daha en baştan itibaren iki sebebe dayanır: İlki Osmanlı Saltanat ve Hilâfetinin kaldırılmasıdır, ikincisi de tekke ve zaviyelerin ilgasıdır. Bugün bu zümreler kahir ekseriyetle Erdoğan’a ve AK Partiye destek vermektedirler… Bu zümreler arasında 1923’ten bugüne belli bazı sloganlar üretilmiştir. Örneğin “Lozan bir mağlubiyettir!”, “Hilâfet İngiliz’e yaranmak için kaldırıldı!”, “Ayasofya’yı müze yaptı!”, “Ezanı Türkçe okuttu.”, “Kur’an öğrenimini yasaklattı” ve benzeri… Tabii bu sloganlar özellikle Milli Mücadele döneminde “vatana ihanet” içinde bulunan “İngiliz Muhipleri /Sevdalıları Cemiyeti”, “İslam Teali/İslamı Yüceltme Cemiyeti”, “Kürt Teali/Kürtleri Yüceltme Cemiyeti” eski mensupları ve iktidardan düşmüş bir kısım İttihatçı tarafından üretilmiş sloganlardır. Ne hazindir ki, bugün hala müşteri bulmaktadır.
Benim Devrimci İslamcı olarak tabir ettiğim yurt dışı menşeli Ihvan’cı, İran’cı, Reformcu veya Selefi İslamcılar ise zaten Ehl-i Sünnet’e (özellikle Hanefiliğe), Osmanlı’ya ve bütün tarikatlara karşıdırlar. Onların Atatürk’e karşıtlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olması kadar Sünni Hanefi mezhebi ağırlıklı bir din hizmeti vermesi, milli devlet ilkesine dayanması ve en önemlisi bir demokrasi olmasıdır. Bunlara göre Atatürk kadar Menderes de, Özal da, Erbakan da, Erdoğan da tağuttur, dayandıkları milli irade de bâtıldır.
Üçüncü öbekteki sözde İslamcı özde etnik milliyetçilerin Atatürk’e karşı olması çok açık bir sebebe dayalıdır: Kendi etnik grupları için Türkiye topraklarının bir kısmı üzerinde bağımsız bir devlet kurmak istemektedirler. Bu yüzden, ne kadar gizleseler de, Atatürk’e olduğu kadar, aynı zamanda Erdoğan’a da düşmandırlar.
İkinci ve üçüncü öbektekilerin Atatürk’e, Türklüğe, Demokrasi ve Cumhuriyet’e karşı olmaları kendi doktrinleriyle tutarlıdır. Ancak, Türkiye İslamcılarının büyük kısmını oluşturan, çoğunluğu temiz Anadolu insanları olan, büyük oranda emekçi kitlelerden oluşan birinci grubun hangi saiklerle Atatürk’e düşman olduğu/edildiği karışık bir meseledir. Çünkü, savundukları bütün argümanların Hanefi fıkhında ve Maturidî akaidinde dayandığı sağlam bir gerekçe yoktur. Gerçi, bu kitlenin çoğu doğaları gereği yukarıdaki argümanların sahih İslam anlayışıyla ne derece uyumsuz olduğunu tartışabilecek, bunu değerlendirebilecek yetkinlikte değildir. İsterseniz burayı biraz açayım:
İlkönce Osmanlı’nın ihyası meselesini inceleyelim… Buna gerek yoktur, çünkü bu devlet aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ve diğer Türk Devletleri’nin devamıdır. Atatürk’ün İnkılapları Sultan II. Mahmud’dan bu yana gelen reformların tamamlanmasından ibarettir. Devlet değişmemiştir, şimdi bazılarının telaffuz ettiği gibi “Yeni Devlet” de kurulmamıştır; sadece Hanedan gönderilmiştir ve “devlet yeniden kurulmuştur”… Temel kurumlarımız da büyük oranda Osmanlı’dan aynen devralınmıştır. Bu yüzden, Osmanlı’yı ihya etme argümanı mesnetsiz, ütopik ve temelsizdir.
Gelelim tekke ve zaviyeler meselesine… 3 Kasım 2017 tarihli yazımda Osmanlı’nın bir Şeriat devleti olmadığını ve Atatürk’ün Dîn’in kendisine değil ama tarikat ve cemaatlere karşı olduğunu yazmıştım. Zurnanın zırt dediği yer de tam burasıdır. Yine 17 Kasım Cuma günkü yazımda da Osmanlı’nın bütün tarihi boyunca tarikat ve cemaatleri potansiyel tehlike olarak gördüğü ve bunları denetim altına almaya çalıştığını da yazmıştım. Özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Sultan II. Mahmut dönemleri buna güzel örnektir. Atatürk’ün icraatında ana etken de aynı problemdir. Şöyle ki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda gelir üreten toprakların yüzde 94’ü vakıfların elindeydi. Bu vakıfların kahir ekseriyeti de tarikat vakıflarıydı. Tarım arazilerinden konutlara, oradan bankacılığa (para vakıfları) ciddi oranda bir servet bu grupların elindeydi. Bir de Ermeni Tehciri ardından Ermenilerden kalan toprakları sahiplenen (özellikle Doğu Anadolu’da) tarikat ve aşiretleri de buna eklerseniz durum daha net ortaya çıkar. 3 Mart 1924’te Hılâfet ilgâ edildi ve Şer’iye (Din İşleri) ve Evkaf (Vakıflar) Vekaleti (Bakanlığı) kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Ulema sınıfının imtiyazları elinden alındı ve bütün vakıflar kamulaştırıldı. 30 Kasım 1925’te Tekke ve Zaviyelerin İlgasına Dair Kanun yürürlüğe girdi. Şubat 1925’te Şeriat’ı ve Hilâfeti yeniden tesis etmek iddiasıyla Nakşibendî Şeyhi Said İngiliz desteğiyle ayaklandı. Bunu takiben 1926-30 yılları arasında tarikat şeyhleri, aşiret reisleri ve bazı Ermeni eşkıyalar tarafından tertiplenen yine İngiliz desteği alan Ağrı İsyanı patladı. Ağrı İsyanı bastırıldıktan sonra yine Nakşibendi tarikatı mensubu bir kısım sergerde tarafından 23 Aralık 1930 yılında Menemen İsyanı gerçekleşti. Bütün Kütüb-ü Sitte’yi Türkçe’ye çeviren, hemen hemen bütün İslam Klasiklerini Türkçeye çevirip halkın istifadesine sunan, Kur’an’ın ilk meal ve tefsirini kendi parasıyla yazdırıp memlekete dağıtan bir liderin “İslam düşmanı” veya “Deccal” olarak vasıflandırılması ne derece insaflıdır? Atatürk’ün icraatına muhalefet gelir ve güç kaynaklarını kaybeden tarikat mensuplarından, imtiyazlarını kaybetmiş ulemadan ve iktidarını kaybetmiş bir kısım ittihatçılardan gelmiştir. Tarikatlar veya cemaatler olmazsa ne din elden gider, ne Müslümanlığımız ve Türklüğümüz zayi olur. Olan bazı istismarcıların güç ve gelir kaynaklarına olmuştur. Mesele tamamen duygusaldır.
Yukarıdaki sloganların cevaplarını ve bugün mütedeyyin insanımızda Atatürk’e soğuk bakışın sebeplerini Cuma’ya bırakalım. Sevgili Ekin Gün’ün 17 Kasım tarihli yazısındaki görüşlerine aynen katılıyorum. Atatürkçülük kisvesi altında Batıcılık yapan bir kesimin ve NATO’cu vesayet sisteminin bu kesim insanımızın bakışında affedilmez hataları olmuştur. Ama bunun sorumlusu asla Atatürk değildir.