Bugün bütün dünyanın içinde bulunduğu bir teknolojik değişim süreci içinde bulunuyoruz. Bu teknolojik değişim zaman içinde toplumsal ve siyasi değişimi de tetikleyecektir. Bunu nereden biliyoruz? Tarihteki toplumsal ve siyasi dönüşümler iktisadi yapı değişimlerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Önümüzdeki süreçte ülkeler teknolojik değişime uyum sağlama hızlarıyla paralel olarak diğer ülkelere göre öne çıkacaklardır. Teknolojik değişimle gerçekleşecek iktisadi yapı değişimi işin başlangıcı olacaktır. Devamında iktisadi altyapı değişimini takiben meydana gelecek toplumsal ve siyasi değişimi de ülkenin menfaatine olacak şekilde yönetmek önemli olacaktır. Değişen şartlara göre bu değişim sürecini daha uyumlu ve verimli yönetebilen ülkeler öne çıkacaktır.

SOSYAL BİLİMCİLER DEĞİŞİMİ NASIL AÇIKLAR?

Bugün bir yazı dizisine başlıyorum: İslam Dünyası neden geri kaldı? Neden bilimsel gelişmeyi, sanayileşmeyi, üretimde standartlaşmayı İslâm Ülkeleri kendi özgün yöntemleriyle gerçekleştiremediler? İslâm Dini mi gelişme önünde engel teşkil etti? İslâm Ülkelerinin yayıldığı coğrafya mı bu ülkelerin geri kalmasına sebep oldu? Otoriter Devlet yapıları mı geri kalmanın sebebiydi? Bu soruları cevaplamaya çalışacağım. Bilelim ki, ben de bu konuları yazarken öğreniyorum ve bu soruların kesin ve net cevapları yoktur. Çünkü iktisadi ve sosyal olaylar karmaşık ve dinamik süreçlerde gelişir. Hiçbir iktisadi ve toplumsal olayı bütün gerçekliğiyle açıklayan bir düşünce de olamaz. Toplumsal kültür, coğrafi şartlar, siyasi yapı, üretim teknolojisi hepsi değişimin veya değişememenin bir veçhesini açıklar. Bu yüzden sosyal bilimciler ilgilendiklerini problemin sadece bir kısmını belli bir değişkenin etkisini tanımlayacak şekilde açıklamaya çalışırlar. Yani gerçeğin sadece bir kısmını açıklamaya yönelirler. Bu amaçla modeller kurulur. Sosyal bilimci toplumsal gerçeğin sadece bir kısmını açıklayacaksa, hangi kısmını açıklayacaktır? Burada dünya görüşü devreye girer. Liberal dünya görüşüne sahip sosyal bilimciler bireysel özgürlüklerin ne derece geçerli olduğunu, piyasa mekanizmasının çalışması için gerekli olan şartları, girişim gücünü ve rekabeti vurgularken, sosyalist görüşte olanlar ise toplumsal hayatı sınıf çatışması, gelir dağılımı dinamikleri ve sömürü çerçevesinden ele alırlar. Daha milliyetçi bakış açısına sahip olan idealistler ise toplumsal değişim ve başarıyı milli kültürün sağlıklı ve kendi köklerinden gelişmesi, milli kimlik ve değerlerin geliştirilebilme kapasitesi ve dayanışma ile açıklarlar. Muhafazakâr ve dini görüşleri öne çıkaran aydınlar ise toplumun ilerlemesini dini inancın ve anlayışın en saf ve temiz bir şekilde yaşanmasına, toplumsal gerilemeyi ise dinin temel değerlerinden, inanç ilkeleri ve erdemlerinden uzaklaşmaya bağlarlar. Kurumsalcılar ise iktisadi ve toplumsal değişimi incelerken toplumsal kurumların ve siyasi yapının gelişmeye uygun olup olmadığına önem verirler. Dolayısıyla sosyal bilimciler karmaşık bir gerçekliği parçalara böler ve kendi ideolojilerine göre en önemli olan kısmını açıklarlar.

İSLAM DÜNYASI’NIN MAKUS TALİHİ: İHTİŞAMDAN ÇÖKÜŞE

İslâm Dünyası neden geri kaldı? Bu soru çetrefilli bir sorudur. Geç dönem Osmanlı’da da bu soruya cevap aranmıştı. Ancak o dönem münevverleri için esas cevap verilmesi gereken soru Osmanlı’nın Batı karşısında neden geri kaldığıydı. Elbette bizim yanıt aradığımız soru çok daha genel bir sorudur. Aslında soru haklı bir sorudur: 16’ıncı Yüzyılı düşünelim. Dünyadaki en güçlü, büyük ve zengin ülkeler arasında dört büyük Türk İslâm İmparatorluğu bulunuyordu: Osmanlı İmparatorluğu, Safevi İmparatorluğu, Türkistan’da Timurlular ve sonra Şeybaniler, Hindistan’da Babürlü İmparatorluğu… Bu İmparatorluklara yakın güce sahip tek Batı devleti İspanya Krallığı ile tek yönetim altında bulunan Kutsal Roma Germen İmparatorluğu idi. Avrupa’nın geri kalan ülkeleri mezhep savaşları ve engizisyon baskısı ile güçten düşmüş küçük krallıklardan oluşuyordu. Doğu’da dünyanın diğer kısmından uzak duran Çin İmparatorluğu vardı. Rusya ise Osmanlı’nın vasalı Kırım Hanlığı’nın vasalı önemsiz bir devletti. 16’ıncı yüzyılda bir kişi iki yüzyıl sonra fakir, parçalanmış ve güçsüz Avrupa’nın dünyanın yarısından fazlasına hükmedeceğini söyleyebilir miydi? Mümkün değil. İşte akla hayale gelmeyen şer gerçek oldu: bir avuç Avrupalı dünyaya hükmeder hale geldi. Öte yanda 16’ıncı yüzyılda dünyanın en zengin ve müreffeh toplumları olan İslâm ülkeler hızla geri düştüler, sırayla Batı’nın sömürgesi haline geldiler. İşte bu hızlı ve beklenmedik çöküş her defasında Müslüman ülke aydınlarınca, özelde de Osmanlı münevverlerince sorulmuştur: Biz niye geri kaldık?

Bu uzun bir yazı dizisi olacak. Ancak ilk yazıda cevaplamak istediğim bir soru var: Genelde İslâm Dünyasının özelde Osmanlı’nın Batı karşısında geri kalmasının sebebi İslâm Dini midir? İslâm Dini yüzünden mi Müslümanlar bilimsel gelişmeyi kaçırdı, sanayileşmede geri kaldı?

GERİ KALMANIN SEBEBİ DİN MİDİR?

Hemen genel kanaatimi söyleyeyim: Bir toplumun ileri gitmesinin de geride kalmasının da sebebi din değildir. Hangi toplum ve hangi din olursa olsun, bir toplumun üretkenlik düzeyi, toplumsal örgütlenmesi, eğitimin düzeyi ve yaygınlığı, kültürel ve estetik değerlerin geliştirilmesi dinin ne olduğuna bağlı değildir. Ama bu arada hiçbir ilişki olmadığı anlamına gelmez. Dinin yorumlanması ve hayatta pratik uygulaması o ülkenin toplumsal ve iktisadi gelişmişlik düzeyine bağlıdır. Hemen bir örnek verelim: İslâm tarihinin en yüksek medeniyet seviyelerinden birini temsil eden Endülüs Emevi Devletinde çok dinli ve çok kültürlü bir kozmopolit din hayatı vardı. İbn-ür Rüşt ve Muhyiddin el – Arabi gibi deha seviyesinde düşünürlerin çıktığı bu toplumda dini uygulamada yer alan hoş görü ve yaşam zenginliği maddi ve kültürel zenginliğin, mamur ve müreffeh şehirlerin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Endülüs Devleti Müslüman olduğu için yükselmedi ama yeni yerleştikleri İspanya topraklarına uygun bir toplumsal ve siyasi örgütlenme geliştirdikleri için daha müreffeh ve mamur bir ülke elde ettiler. Bunun sonucunda da daha özgürlükçü ve hoşgörülü bir dini uygulama hayata geçti. Başka bir örnek de bugünkü Afganistan ve Bosna Hersek’in karşılaştırılmasıdır: Her iki ülke de Sünni Hanefi Müslüman’dır ancak Bosna’da Aliya İzzetbegoviç bir bilge kral çıkarken, Afganistan’da Taliban türemiştir. Dışarıdan bakıldığında her iki ülkenin aynı dinin aynı mezhebinin mensubu olduğunu söylemeyi bırakın, sanki birbirinden apayrı iki dinin mensubu oldukları zannedilir. İki ülkenin farkları insan sermayesinin yetişmişliğine, coğrafi konumlarına, iklime ve tarihsel birikimine bağlıdır. Yani din gelişmişlik düzeyini etkilemez ama gelişmişlik düzeyi – hangi din olursa olsun - dinin pratikte uygulamasını belirler.

İslam Dünyasının 16’ıncı yüzyıldaki zirvenin ardından 200 yılda Batıya karşı üstünlüğünü kaybetmesinin sebepleri nedir? Yazının başında söylediğim gibi iktisadi alt yapıda değişim olmadan sosyal üst yapıda değişim olmaz. 15’inci yüzyılın son çeyreğinde Batı biraz kaderin cilvesi, biraz coğrafyanın sağladığı avantajlar ama en önemlisi kendisini güçsüz gösteren parçalı ve dağınık yapının etkisiyle hızla yükselmeye başladı. Bu yükseliş 16’ıncı Yüzyıl sonuna kadar da hissedilmedi. Ancak 18’inci yüzyıla geldiğimizde Batı’nın üstünlüğü artık gözle görülür olmuştu. Batının yükselişinin başı coğrafi keşifler ve ticaret yollarının değişimi ile başlar. Bir sonraki yazımda buradan devam edeceğim.