"Bizi kökümüzden sökmek istediler, biz dibimizden kesilmeye râzı olduk."
20. yüzyılın başında kabuğumuza çekildik. Daha doğrusu, içine tıkılmamız için yapılan kabuğa girmek zorunda kaldık. Prof. Dr. Mahir Kaymak, bunu, Lozan Barış Antlaşması ile ilgili “zafer mi hezimet mi” sorusu sorulduğunda şöyle yorumluyor:
“Bizi kökümüzden sökmek istediler, biz dibimizden kesilmeye râzı olduk.”
Lozan Barış Antlaşması, 23 Temmuz 1923 târihinde imzâlandı. Ancak, Lozan Barış Antlaşması’ndan daha önce, 30 Ocak 1923’te Yunanistan ile Türkiye arasında mübâdele anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma gereği, Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu olarak topraklarını terk etme süreci başlamıştır. Sâdece İstanbul’daki Rumlar ve Batı Trakya’daki Türkler bu mübâdele kapsamı dışında tutulmuştur.
Bu mübâdele antlaşmasının 101. yıldönümünü yaşadık. Bu sebeple, Ayvalık Lozan Mübâdilleri Derneği tarafından düzenlenen programa katıldım. Mübâdele yüzünden yüzlerce yıldır yaşadıkları toprakları bırakanların torunları bir araya geldi. Bu bir kutlama programı değil, bir anma programıydı. Zira karşılıklı olarak ata topraklarından koparılan insanların yaşadıkları, siyâsî otoritenin himâyesinde olsa bile, bir trajediydi.
Günümüzde Suriye’deki iç savaş sebebiyle, Ukrayna-Rusya savaşı sebebiyle ve İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım sebebiyle topraklarını terk etmek zorunda kalan ve “sığınmacı” ya da “geçici göçmen” gibi adlandırmalarla anılan insanların trajedelerine bizzat şâhit oluyoruz. Her ne sebeple ve şartla olursa olsun, kişilerin kendi rızâlarıyla yapılmayan her nüfus hareketi, demografik yapıya yapılan siyâsî müdahaleler sebebiyle kapanması zor yaralara sebep olmuştur ve olmaktadır.
Venizelos’un kâr etmeyen pişmanlığı
Yunanistan’ın Anadolu işgâli Yunanlar adına hezimetle sonuçlanınca, zâten İngilizlerin tahrikiyle Anadolu’yu işgâl eden Yunanlar, yine İngilizlerin oyununa gelmiş ve Ege bölgesindeki Rum ahâlinin bu toprakları terk ederek Yunanistan’a göçe zorlanmasını kabûl etmiştir.
Burada ilk bakışta savaşan iki halkın savaş sonrası bir arada yaşayamayacağı düşünüldüğü için doğru bir şey yapıldığı zannı hâkim olabilir. Ancak İngiliz’in kendisinden başka hiç kimsenin hayrına çalışmayan aklı, arka plânda bir oyunu sahneye koymuştur.
Oyun, Türkler’in mümkün olduğunca doğuya gönderilmesidir. Bunun için ilk adım, Rumeli’nin Türk ve İslâm nüfûsundan “temizlenmesi”dir. Lozan Barış Konferansı öncesi, İngiltere dışişleri bakanı Lord Gurzon bu niyetini açıkça ifâde etmiş ve Paris’te yapılan toplantıda şu ifâdeleri kullanmıştır:
“Bu Türkler son beş yüz yılımıza karabasan gibi çöktüler. Şimdi elimizde târihî bir fırsat var. I. Dünya Savaşı’nın gâlip devletleri olarak Türkler’i öyle ağır şartları kabûl etmeye zorlamalıyız ki, gelecek beş yüz yılda rahat edelim.”
Lord Gurzon, Lozan’dan önce attığı adımlardan biri olarak Yunan kralı Venizelos’u Rumların Anadolu’dan çıkartılmasına râzı etmiştir. Aslında asıl amaç, Rumları Anadolu’dan çıkarmak değil, Türklerin Yunanistan sınırlarından yâni Avrupa topraklarından çıkartılmasına zemin hazırlamaktı.
Daha sonra sıra, Türklerin Anadolu’dan da çıkarılmasına gelecekti. Günümüzde sâdece dükkân tabelalarındaki İngilizce isimlere bakmak ve Türkçe’nin itibarsızlaştırıldığı görmek, plânın işlediğini gösteriyor maalesef.
Savaş sonrası nüfûs ihtiyâcı duyan her iki ülke, buna râzı olacaktı. Ayrıca böylece savaşan iki halk da birbirinden uzaklaşmış ve güyâ güvenlikleri sağlanmış olacaktı. Plân çok zekiyceydi, başarılı oldu ve uygulandı.
Plânın uygulanmasıyla, Batı Trakya’daki Türkler hâriç, Yunanistan’ın diğer bölgelerinden Müslüman Türk nüfus, Anadolu’ya göçe zorlandı. Mübâdeleye mâruz kalanlara, sâdece taşınır mallarını yanlarına almaları izin verildi. Yâni ev, tarla, bağ, bahçe, çiftlik, çeşme, câmi, tekke, türbe ne varsa terk edilen topraklarda bırakıldı. Yâni herkes bavulunu alıp tâtile çıkar gibi topraklarını terk etmek zorunda kaldı.
Böylece her iki milletin de toplumsal hâfızası silinmiş oluyordu. Ayrıca mübâdiller, âdeta câhilleştiriliyordu. Hayvancılık yapanlar bilmedikleri tarımla uğraşmak zorunda kalacakları yerlere yerleştiriliyordu. Zâten savaşta elinde avucunda hiçbir şey kalmayan insanlar, bir de dedelerinin, ninelerinin topraklarındaki kültürel birikimden mahrum bırakılıyordu.
Bütün bu olanlar hem Türk hem de Yunan tarafını, savaşın yaralarını sarmak yerine, gereksiz bir hareketlilik ile meşgûl ediyordu. Görünüşte Anadolu “Türkleşiyor”du ama Anadolu’ya gelen Müslüman Türkler, ölüm tehlikesinde başka her türlü zorlukla baş etmek zorunda kalıyordu. Yunanlar’ın durumu da fark değildi. İngilizler’in her dediğini kabûl edecek duruma gelmişlerdi. Venizelos bunu anladığında pişman oldu ama iş işten geçmişti.
Kültürel renksizlik
Dört yüz yıl Türk hâkimiyetinde kalan topraklarda, bağımsızlık ilân eden milletler, Osmanlı’nın sağladığı özgürlük ortamından “bağımsız” ortama geçmişti ama bu sefer İngilizler’in güdümüne girmişlerdi. Kadim kültürlerin beşiği olan topraklar, çoklu kültürel ortamın zenginliğini kaybediyordu. Ege’nin her iki kıyısında kültürel ortak paydada yaşayan Türk ve Yunan halkları, birbirlerinden ayrıştırılarak birbirlerine düşman hâline getiriliyordu.
Hâlâ “böl-parçala-yönet” taktiğini uygulayan İngilizler, dünyânın dört bir yanını sömürüp kendi kültürlerini egemen hâle getirdikleri gibi, ticâret yollarının kesişme noktası olan bu toprakları da “iki düşman halk” yaratarak kendilerinin at koşturacakları dolaylı sömürge coğrafya hâline getiriyordu.
Bugün Yunanistan’da yok edilen câmi ve tekkelerin sayısını bile bilmiyoruz. İzmir’deki Ortodoks kiliselerinin çanları çalıyorken, birçok kilise restore ediliyorken, Atina’da, Selanik’te yıkılan ve yok edilen onlarca câmiden bir tânesinin bir yeniden açılması uluslararası diplomatik pazarlık konusu olabiliyor.
Anadolulu Rum ve Rumelili Türk gerçeği görmezden gelindiği sürece, bu iki ülkenin silahlanma harcamalarından kimlerin para kazandığını güncel bir konu olan F-35 ve F-16 geriliminden biliyoruz.
Barışın değiştireceği dünya düzeni
Yemeklerindeki ve türkülerindeki tek fark Türkçe ve Yunanca kelimeler olan bu iki halkın, önce savaştırılması sonra da birbirine düşman edilmesi, İngilizler’in ve İngilizler’in kurduğu dünya düzeninden başka kimsenin lehine değildir.
Dünya barışının ihtiyaç duyduğu terâzinin ibresi Anadolu’dadır. Terâzinin bir kefesi Batı’da Rumeli ve Balkanlarken, diğer kefesi de Doğu’da İran’dır. Bu üç bölgenin halkları arasında tesis edilecek barış, dünyânın ihtiyaç duyduğu gerçek barışın temel direği olacaktır.