Kendi özüyle barışık olan; duruşunu ayarlayabilir, tavrını oluşturabilir. Hareketlerinde kontrpiyede kalmaz.
Kendi özüyle barışık olan; duruşunu ayarlayabilir, tavrını oluşturabilir. Hareketlerinde kontrpiyede kalmaz. Ancak biz dozunda bir öz barışıklıktan bahsediyoruz. Özünden daha çok öz olma durumunda olmak, gereksiz bir özgüvene sebebiyet verir. Bu da biz iletişimcilerin dikkatini çeken nahoş bir durumdur. Sözleri ve beden dili ile bütünleşik, uyumlu olan bir durumdan bahsettiğimizi söyleyelim. Ne zaman dilimiz birbirine karışmaz, ne diyeceğimizi hesaplamak bile zorunda kalmazsak ve beden dilimiz rahat, sakin görünürse o zaman konuşmamızın hakkını da veririz. Konuşmak kadar dinlemek ve cevap verebilmek için bir birikime sahip olmak gerekiyor. Ama başlangıçta tüm bunlara hazır olmak ve istemek gerekiyor.
Her zaman hak
Türkçemizde güzel bir terim vardır; “hakkını vermek”. Hayatın hakkını vermek isteyen hakkını vererek yaşamalı. Yarım yamalak dinlemek, yarım yamalak çalışmak, yarım yamalak konuşmak, yarım yamalak sevmek, yarım yamalak inanmak olmaz. O kadar çok insan var ki hayatı yarım yamalak olan. Sonra da benim işim neden yarım yamalak diyen. Bir de freni olmayan insanlar vardır. Her şeye aynı anda koşmaya çalışan, birini dinlerken ötekine cevap yetiştiren. Bir işi halletmeye çalışırken öbürünün de ucundan tutan. Bir işi yaparken keyfinden ödün vermeyen. Ya da sizi dinlerken aslında iç sesini dinleyen o kadar çok insan var ki, kendini hakkıyla olaya veremeyen. Böyle birinin karşısında da insan yarım yamalak bırakılmış hisseder. Bir işi gerektiği gibi tam anlamıyla yerine getiren insanlarda tamamlanmışlık hissi vardır. Tatminkâr bir hayatın içinde olmanın sükûnetini görürsünüz üzerlerinde. Adilane bir tavır olmalı her işimizde. Hak demek zaten adaleti yerine getirmek demektir.
İletişim paslaşmalıdır
İnsan, varlık itibariyle başka insanlarla bir arada ve etkileşimde fark edilen ve anlaşılan bir canlıdır. İletişim insanlar için çok yönlü bir eylemdir. Feyizli bir iletişim ise çift yönlüdür. Tek yönlü iletişim bencilcedir. Muhatabını anlamak ve dinlemek için yola koyulmuş biri onun için orada vardır ve gerekeni yapması beklenir. Hakkıyla dinleyen ve işiten bir insan için eylemini hakkıyla yerine getirme görevi de üzerine vazifedir. Bir öğretmen, “dersimi anlatırım, anlayan anlar “ derse ortada ciddi bir problem var demektir. Bir büyüğümüze derdinizi anlatmak üzere yanınızdayken başka birilerinin o ortama dahil olması doğru değildir. Özel konular kapalı kapılar ardında konuşulmalıdır. İletişim, sessizlik içinde tam bir konsantrasyon halinde olmalıdır. Öylesine dinlemek, ayaküstü geçiştirmek insana yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Sağlıklı iletişimde herkes bir şeyler öğrenir. Sağlıklı iletişimde birbirimizi besleriz.
Çok az dinliyor, çok konuşuyoruz
Çünkü söylemek istediklerimizi kafamızda ardı ardına diziyor ve konuşanın bir, iki cümlesini ancak duyup oradan kendimizce, kendi kabımızca yorumlar yapıp bolca konuşuyoruz. Karşısındakini dinlemek, anlamak isteyen kişi soru sorar. Soru sormak zor bir iştir. Anlamak isteyenler soru sorar. Anlaşılmak isteyen için de bir terapidir sorulara cevap vermek ve bunun çabasını göstermek. Soru sorulan kişi tekrar durumunu sorgular. Soru soransa onu anlamaya çalışıp bir yaraya merhem olur. Çünkü biz insanlar dinledikçe, paylaştıkça iyileşiriz.
ÖYLESİNE İŞ YAPILIYOR
Üsküdar Libadiye’de DSİ tesisleri içindeki lojmanlar kaderine tek edilmiş. Onca konut sorunu içinde o binalar elden geçirilip en azından öğrencilere yurt olarak düşünülebilir. Ama nedense kendi haline bırakılmış. Kim bilir hangi bürokrasi engelinde? Yazık. Küçük Çamlıca’da binamızın yanında yer alan müstakil iki katlı bina, dönüşüm için üç yıl önce yıkıldı, molozlar hala öyle duruyor. Bina da nedense yapılamadı. Bari o molozları belediye kaldıraydı, üstün körü de olsa çocuk ve hayvanlar için tehlike oluşturacak demir, cam, beton parçaları toplanıp temizlenseydi. Zaten doğa kendini yeniliyor ve orasını yeşile büründürecekti. İşimizi ciddiye almıyoruz. İşimizin hakkını vermiyoruz. Sonra da her şeyi tam istiyoruz. Hayır! Öyle olmuyor işte. Etki tepki yasasından etkileniyoruz. Sonra da ne oldu benim başıma bu niye geldi diyoruz!?
HAREKETE ORTAK OL
Baştan başa sarsın beni gökler, âlemler. Aklım ruhuma karışsın. Yıldızlara katıp özümden samanyoluna sersinler. Her zerrem, kozmozun her yerinde capcanlı. Hayret edilecek şey, bende toplanmış şekiller, eller, kollar, ayaklar. Ya gözler! Tanrı benden âleme bakıyor. Bense kendimi bulmaya, bedenime sığınmışım. Varlığın içinde varlığımı arıyorum. Geçmiş ben, gelecek de ben, biliyorum. Gözleri emanet ruhlar bana bakıyor, delirdiğimi söylüyorlar. Düşünmek, yer değiştirmek, merak etmek, keyfini bırakmak, ezberini sorgulamak deliliğe yakın bir yerde durmak demek. Tam da uçurumun kıyısında. Korkmak korkaklara göre. Eline diken batacak diye gülü koklayamamak, hayatı yaşamaktan kaçınmak demektir. Bırak hayat gövdene doğru aksın. Yeşersin ruhunda aklından geçenler. Kıpırdamadan hareket meydana gelmez. Sen de devir sıradanlıkları ve bir yol aç evrenin içine, her harekete ortak ol.
DR. OGR. ÜYESİ DİLARA USLU
TÜRK KADINININ BAĞIMSIZLIK RUHUNUN MİLLİ MÜCADELE’YE ETKİSİ
Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918’de imzalanmasından sonra Türk tarihinde yeni bir sürecin adımlarının atılacağı dönem başlayacaktır. Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmiş önce Pera Palas Oteli’nde daha sonra da kiraladığı Şişli’deki evinde kalmıştır. Şişli’deki bu ev aynı zamanda en yakın silah arkadaşları ile buluşup vatanın gidişatı için ne yapabiliriz sorusuna çözüm arayışlarını konuştukları yerdir. Mustafa Kemal Paşa arkadaşları ile Şişli’de planlama yaparken ülkenin batısında ilk cemiyet kurulacak ve 30 Kasım 1918’de Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti faaliyetlerine başlayacaktır. Bu cemiyeti ard arda Anadolu’nun başka bölgelerinde kurulan cemiyetler izleyecektir. Kadınların oldukça aktif olarak yer aldığı bu cemiyetlerin çoğu Milli Mücadele’nin alt yapı hazırlığı gibi olmuştur. İşte bu Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin içerisinde kadınların organize ettiği askere yardım kampanyaları yapılacaktır. Adı üstünde Milli Mücadele topyekün bir mücadeledir. Anadolu’da kurulmuş olan bu cemiyetler Sivas Kongresi’nde tek çatı altında toplanmıştır. Asker-sivil, kadın-erkek demeden herkesin taşın altına elini koyduğu günlerdir.
Cumhuriyetin ilanı öncesinde ise topyekün bir mücadele veren bir Türk milleti vardır. Eli silah tutan erkeklerin cephede savaştığı bu mücadelede, hem cepheye mermi taşımak, hem de askerin elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarının hazırlanmasında canla başla çalışan kadınlarımız olduğu gibi işgallere karşı bir duruş sergilemek için bulundukları bölgede teşkilatlandıklarını görmekteyiz. Farklı yerlerde kurulan Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerinin hanımlar şubesi olduğu gibi kadınların kurduğu cemiyetler de varlık göstermiştir.
Paris Barış Konferansı’nda Birinci Dünya Savaşı’nın sonunu getirecek antlaşmalar için masa başında oturan savaşın “kazananı” devletler, daha masadan kalkmadan barış yanlısı olmadıklarını göstermiş ve İzmir’in işgal iznini Yunanlara vermişlerdi. Cemiyetlerin yanı sıra pek tabi ki mitinglerde de Türk kadını yerini almış, en dikkat çekici konuşmalara imza atmıştır. İzmir’in işgaline tepki olarak İzmir’de başlayan miting sürecini, Denizli, Kastamonu, Tavas, Bayramiç, Seydişehir, Giresun, Trabzon, Zonguldak, Edremit, Sivas, Çal, Bursa, Erzurum, İzmit ve tabi ki başkent İstanbul’da yapılan mitingler izlemiştir. İstanbullular özellikle Türk Ocakları öncülüğünde işgallere karşı mitingler düzenlemek amacıyla harekete geçtiler. İstanbul'daki mitingde Halide Edip: "Bugün elimizde top. tüfek yok; fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var: Tüfek ve top düşer, hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne tükürecek evlatlar ve analar, kalbimizde ise aşk, iman ve milliyet duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına lâyık bir millet olduğumuzu, erkek, kadın, hatta çocuklarımıza kadar ispat ettik" sözleriyle, bu savaşın milletin her ferdinin savaşı olduğunu belirtmiştir. İstanbul’daki mitinglerde Halide Edib’in yanı sıra Meliha Hanım, Sabahat Hanım da etkili konuşmalarıyla işgallere karşı bir duruş sergileyen konuşmacılar arasında yer almışlardır. 20 Mayıs 1919 günü Üsküdar’da yapılan ve 30 bin kişinin katıldığı mitingin sekiz konuşmacısından üçü kadındır: Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım. Sabahat Hanım bu mitingde şunları söylemiştir: “İşte Yunanlılar bugün İzmir’i aldılar. Belki yarın da Konya’mızı, Bursa’mızı, hatta çok sevgili İstanbul’umuzu da isteyecekler. O zaman, bu kahreden kuvvetler karşısında böyle sükûn ve tevekkülle mi duracağız? Ben buna “hayır” diyorum. Biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız.”
30 Mayıs 1919'da ikinci Sultanahmet Mitinginde NakiyeElgün kürsüdeki konuşmacılardan biridir. Konuşmasında; "Efendiler! Fatih'in, Selim'in, Süleyman'ın mezarını, ecdadının ebedî âbideleri olan camileri, türbeleri bırakıp çıkacak içinizde bir erkek var mıdır? Ben tasavvur etmiyorum, çıkmayacaksınız, bırakmayacaksınız. Biz de daima sizinle beraber olacağız... Önümüzde acık iki yol var: Biri, tarihimize şanımızla devam etmek, diğeri gözlerimizle beraber tarihimizi de kapayıp ebediyete götürmektir." diye seslenmektedir. Osmanlı Devleti’nde kadınların üniversite eğitimi alması için kurulmuş olan İnas Üniversitesi’nin ilk öğrencilerinden olan Meliha Hanım ise mitingdeki konuşmasında şunları söylemiştir: “Vatanımızı kurtarmak için yaşayacağız; kuvvetle iman ediyoruz ki, büyük Allah’ımıza sığınarak, cebr ile alınan bir hak elbette iade edilecektir” Bu mitinglerdeki konuşmalar, Türk kadınının ne kadar büyük bir inanca sahip olduğunu göstermektedir.
Cephede savaşanların yanı sıra cephe gerisinde düzenlenen mitingler, kurulan cemiyetler ile Milli Mücadele; adına yakışır şekilde milleti oluşturan genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk herkesin katkılarıyla gerçekleşen bir mücadele olmuştur. Yeni kurulacak Cumhuriyet’e bu bağımsızlık ülküsü adeta tarihi bir miras olarak kalmış, bağımsızlığına kastedildiği anda Türk milleti ülkesini canı pahasına koruyacağını göstermiştir.
GÖRÜNTÜ KİRLİLİĞİ
Çok yorucu bir şehir görüntüsünün içindeyiz. Plansız yapılaşmalar; gri tipsiz betonlar. Terk edilmiş boş binalar. İşlevsiz yapılar. Oraya buraya takıştırılmış tabelalar. Binaların hepsi birbirinden farklı. Beni bu şehrin görüntüsü o kadar çok yoruyor ki; çoğu zaman kendimi şu bina yıkılsa, şuraya şöyle bir yeşil alan gelse, şu evin duvarı şöyle olsa, gökdelenler yeşillikle kaplansa derken buluyorum. Sürekli kafamda bir düzenleme yapıyorum. Gereksiz, işlevsiz her şeyi ortadan kaldırıyorum. Daha azla yetinemiyoruz. Sadece şehirler mi? Daha küçük şehirler, kasabalar da metropolün kopyası sanki. Nasıl kurtulacağız bu keşmekeşten ben de bilmiyorum. Yasal düzenlemeler olmadan zor. Yoksa bir iki yüzyıl sadeliğin medeniyet olduğunu öğrenmek için bekleyeceğiz. Fazla ve gereksiz olan her şey görgüsüzlüktür.
ARTI EKSİ
Artı
“Kolay gelsin”
Gençlere sürekli laf söylüyoruz. Beğenmeyip, burun kıvırıyor, ayıplıyoruz. Bizim zamanımızda böyle değildi diye başlayan cümleler kuruyoruz. Ak sütten çıkmış ak kaşık gibiyiz sanki. Hangimiz metrodaki temizlik işçisine selam veriyoruz? Bu soruya kaç kişi “ben veriyorum” diye cevap verebilir. Fakat geçen gün metroya girdim trene doğru yürüyordum. Belediyenin temizlik işçisi duvarları siliyordu. Yanından hızla geçmekte olan uzun boylu, esmer genç çocuk işçinin yanından geçerken “kolay gelsin” dedi. Ben de dahil özellikle görevli kişinin şaşırdığını fark ettim. Bir şeyi eleştirmeden önce kendimizde o hata var mı ona bakalım.
Eksi
Kadeh
Muhafazakâr yayın kitlesine hitap sahip bir haber kanalının yayını esnasında masada duran kadeh dikkatimi çekti. Su içmek için kadeh kullanmayız. Bardak kullanırız. Alkollü içki çağrışımı yapan bu objenin yayında kullanılması o kanalın hayata bakışı ile uyuşmuyor. Alkollü içki de su bardağında içilmiyor. Hepsinin kendine özel bardakları var. İnandıklarımız ile paylaştıklarımız birbiriyle uyuşmalı. Neye inandığımızı iyi bilmeliyiz. Neyi savunduğumuzu da.
İNSAN NEDİR?
Mark Twain’in ünlü eseri “İnsan Nedir” kitabını okuyorum şu sıralar. Kitapta insan, vicdan üzerinden sorgulanırken, yazar insanın iyilik yapmasının nedeninin kendini rahatlatmak olduğunu savunuyor. Çok farklı örnekler üzerinden insan neden iyilik yapar, neden fedakârlıkta bulunur sorusunu soruyor. Her türlü iyilikten, fedakârlıktan insan memnuniyet duyduğu için yapar diyor yazar. İnsan ruhunun huzura kavuşması, kendi tatmini için tüm bu iyilikleri yaptığını iddia ediyor kitapta. Karşılığında hiçbir maddi beklenti olmayan bütün iyilikler hatta ibadet gibi Tanrı’nın da ihtiyacı olmayan şeylerde insan sadece kendisi için yapar bunları diyor. Aslında bir yere kadar doğru ancak o içindeki ben dediği şey kime aittir, kimindir ya da nedir? Batının düalist düşüncesi ile akıl yürütüldüğünde insan ve kendi içindeki özü ayrı iki varlık gibi anlatılıyor. O zaman insan ayrı, Tanrı ayrı bir varlık, doğa bambaşka bir varlık, gezegenler ayrı o da bu da ayrı diye tanımlarken listeyi böylelikle uzatıp gideriz. Her birine de bir Tanrı atandığında sorumluluğu da o Tanrılara yükleriz. Oysa bu hiç de böyle değildir. İnsan Tanrı’dan ayrı değildir. Allah insana kendi ruhundan ruh üflemiştir diyen ayeti kerime vardır. Bu da demektir ki insan ve her türlü yaratılmış şey Tanrı’nın özüdür. Dolayısıyla yaptığımız her iyilik veya fedakârlık kâinatın da içinde olduğu bu etkiden payını almaktadır. Birinin mutluluğu da evet kendimiz içindir ve hatta başkaları içindir de aynı zamanda. Bir iyilikten onlarca iyiliğin çıkmasıdır. Yani iyilik yapmak bu kadar basit bir şekilde; insanın sadece kendisi mutlu olduğu için yapması ile açıklanamayacak kadar derin ve anlamlıdır.