Günümüz insanının durumu net: Bedenler giderek ruha sığmıyor.
Günümüz insanının durumu net: Bedenler giderek ruha sığmıyor. Sonuç da net: Bedenin arzularının yanında ezilen, küçülen ve kendini ifade etmekten aciz kalan ruhumuzun dengesi bozuluyor. Şişen benlikler, şöhret derdi, ille de maddi zenginlik, yükselen şiddet, düşen ahlak algısı. Kısacası maddi hazların dünyasındaki geçici mutluluk arayışı, insanı kendisinden uzaklaştırıyor.
Asıl üzerinde durmak istediğimiz ruhun bedene sığmamasıdır ki hızla bu halden uzaklaşıyoruz. Beden hapishanesi dar gelir, ruhumuz yükselir de yükselir. Ve bedene sığmaz olur. Ruhun bedene sığmaması, insanın geçici olmayan kalıcı gerçek hazzın peşine düşmesidir. Maddenin sağladığı somut zevk odaklı hazın yanında mananın sağladığı soyut zevk odaklı ruhsal haz, bireyi fabrika ayarları ile buluşturur. Gözyaşı, ruhun bedene sığmadığının göstergelerinden biridir mesela.
Ruhun bedene sığmaması sonucu, dünya küçülür insanın gözünde ve daha geniş, renkli ve derin bir açı ile varlık âlemine yöneliriz. Böyle bir zamanda ruh, usulca akan bir derenin suyu, kendi halinde uçan kuşların cıvıltısı, su ile dans eden ördeklerin sesi, bir müziğin namesi, bir sanat eserinin ihtişamıyla kendini bulur.
Koca buz kütlelerini delerek güneşle buluşan dağ başındaki karçiçeğinin mücadelesi, anne-babasına doğru ilk adımını atan bebeğin sevinci, bir dörtlüğün sözleriyle coşan duygular, mezarlarında huşu içinde bekleyen kalabalıklar, sessizliğin hâkim olduğu sabah seherinde yükselen ezan sesi, rüzgârın varlığına aldırış etmeden nazlı biçimde dalgalanan bayrağın görüntüsü… İşte bunlar ruhumuzu arzu ettiği gerçek hazza ulaştıran sahnelerden bir kaçıdır. Sorun şu ki bu sahnelerimiz, bu sahnelerden devşirdiğimiz yaşantılarımız giderek azalıyor.
Ruh daraldığında sanat eserleri, özellikle müzik ve şiir önemli bir can simididir. Ruhumuzu müzik nameleri ve şiir dörtlükleriyle besleme alışkanlığı bizi rahatlatacaktır.
Şimdi müsaade ederseniz makale tarzındaki yazılardan biraz sıkıldığınızı da düşünerek yeni yazdığım şiiri paylaşarak yazımızı tamamlamış olalım.
GİTTİ
Hasretiyle kavrulduğum köyüm, okulum,
Öğrenciliğimin yarım defteri, kalemi, silgisi gitti.
Kolumun altındaki tezeğim gibi,
Peşinde koştuğum bezden topum da gitti.
Dere kenarındaki taştan seccade,
Envaı renklerin dans ettiği küçük bahçem gitti.
Bağlarım, bahçelerim harap oldu,
Güller soldu, bülbüller de gitti.
İnşaatlarda geçen çocukluğum, ameleliğim,
Işıltılı salonlardaki sözlerim tükendi gitti.
Bitmez sandığım sevdalarım gibi,
Aşklarım, değerlerim, yarenlerim de uzaklaştı gitti.
Yalancı dünyanın serinleten çayları aktı,
Zenginliğim, param, pulum tükendi gitti.
Varlığın peşindeki esrarlı çabalarım gibi,
Başarım, nefretim, şöhretim de gitti.
Seher yelinden koruyan perdeler uzaklaştı,
Canıma can katan gönüller terk etti gitti.
Ne çare ki ışığına teslim olduğum,
Gam yüklü yeşil gözler de gitti.
Yukarılarda taht kuran ulu kişiliğim,
Dertlerimi kovalayan dermanlarım gitti.
Dilimden düşmeyen virdim gibi,
Kibrim de kanatlandı kabrime doğru gitti.
Sevgisiz geçmeyen günlerim, gecelerim,
Utangaç çocukluğumun rüyaları tükendi gitti.
Kapıyı çalan ayrılık zili gibi,
Bedenime sığmayan ruhumun gözyaşları da gitti.
Madde ile mana arasında geçti ömrüm,
Tutunduğum bütün halatlar koptu gitti.
Ne olur garibine acı Sultanım,
Senin ipine sarılma gayretimi alma benden.
İlhami FINDIKÇI
(27-31 Temmuz 2022, Kovid Günlerinden)