Cuma günkü yazımda dual /ikili ekonomik yapının dinin yorumlanmasına etkisinden bahsetmiştim. Kısaca özetleyeyim…
Cuma günkü yazımda dual /ikili ekonomik yapının dinin yorumlanmasına etkisinden bahsetmiştim. Kısaca özetleyeyim… Göçebe toplumlarda din doğayla iç içe olan yaşamın doğaüstüne dair bir uzantısı gibiydi. Sadece halk değil din adamları sınıfı (eski Türk toplumlarında ata veya kam olarak adlandırılan din uluları, DMD) için de dinin sözel kaynaklara dayandığı söylenebilir. Bu yüzden göçebe toplumlarda din genel olarak bir kutsal kitaba ve benzeri yazılı kaynaklara dayanmaz. Sözlü anlatıyla gelen rivayet ve menkıbeler ile toplumun yüzyıllar içinde biriktirdiği değerler, normlar ve geleneklerle bütünleşik halde bulunur. Tarım toplumlarında ise yazılı bir dini kaynak vardır. Bu çoğunlukla bir temel kaynak olan kutsal kitap ve din büyüklerinin yaşamlarını içeren otobiyografiler ile zaman içinde kurumsallaşmış dinin kurallarını bildiren din adamlarının yazdığı kitaplardan oluşur. Çünkü artık hiyerarşik ve sınıflı bir toplum vardır. Hiyerarşik ve sınıflı bir toplumda yazılı dini kaynaklar toplumun düzenlenmesi ve egemen gücün (kral, imparator, şah veya padişah) meşruiyetinin sağlanması için zorunludur. Ancak bu yazılı kaynaklar sadece din adamları sınıfının uhdesindedir ve sıradan vatandaşlar dinin temel kaynakları ile buluşma imkânına sahip değildir. Dini meseleler hakkında bilgiyi, o da mevcut egemenlerin sıradan vatandaşın öğrenmesi gerektiğini düşündüğü kadarıdır, rahip / din adamı sınıfının mensuplarından öğrenir. Sanayi toplumunda ise, gelişen milliyetçilik ve laiklikle birlikte, toplumun düzenlenmesi ve egemen gücün (hükümetlerin) meşruiyetinin kaynağı din ve dini hükümler değil, millet iradesidir. Doğal olarak, böyle bir toplumda, dinin işlevi toplumsal alanda neredeyse kalmamış ve din bireysel alanda sınırlandırılmıştır. Bütün bunların sonucunda, sanayi toplumlarında ideal olan, bütün inananların dinin asli kaynaklarına rahatça ulaşabilmesidir. Dolayısıyla, din adamları sınıfının bir toplumsal otoritesi de olmayacaktır. Din adamları sınıfı sadece bireysel bazda manevi rehberlik edeceklerdir.
TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞMESİNDE ÇARPIK BATILILAŞMA SÜRECİ
Türkiye’de sanayileşme ve şehirlileşme Batı’daki doğal işleyişinde olduğu gibi 300 senede (1600-1900 arası) gerçekleşmedi. Aynı zamanda Batı’da sanayileşme ve şehirlileşme süreçleri gibi ilk önce üretim yapısı (alt yapı) değişimi ve sonrasında yaşam tarzı ve siyasi yapı (üst yapı) değişimi olarak da gerçekleşmedi. Aksine, hızlandırılmış bir süreçle, ilk önce modern toplumun üst yapı kurumları kuruldu (Osmanlı’nın son ve Cumhuriyetin ilk dönemleri), daha sonra sanayi toplumunun üretim yapısı inşa edildi (1950 -1980 arası süreç). Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk döneminde gerçekleşen üst yapı devrimleri topluma yeni bir yaşam tarzını zorla dayattı. Bu yaşam tarzı sanayileşmiş Batılı toplumlarını taklit düzeyinde bir değişimdi: kılık kıyafet değişimi, eğitim ve kültürde cebri değişim, yeme içme alışkanlıklarında değişim ve benzeri. Bizim toplumumuzda ilk başlarda asrilik daha sonra da çağdaşlık olarak tanımlanmış bu yaşam tarzı değişimi bütün topluma sirayet etmedi. Çünkü, normal şartlarda (Batıda olduğu gibi) üretim alt yapısında değişim tamamlandıktan sonra yaşam tarzı kendiliğinden üretim yapısındaki dönüşüme bağlı olarak değişir. Ama bizde daha bir sanayi toplumu oluşmadan, bu sanayi toplumunda kendiliğinden gelişecek seküler / dünyevi yaşam tarzı tesis edilmeden, büyük çoğunluğu halâ daha tarımsal üretime bağlı yaşayan insanlara devlet gücüyle farklı bir yaşam tarzı dayatıldı. Tahmin edersiniz ki, devlet zoruyla dayatılan bu yaşam tarzı değişimi ciddi bir toplumsal tepki ile karşılaştı. Asrî veya çağdaş yaşam, sadece üst yapı devrimini gerçekleştiren devletin memur ve bürokrat kadroları ve komprador / iş birlikçi burjuvazi arasında (o da kısmen) kabul gördü. Ancak çoğunluğu köyler ve kasabalarda yaşayan, tarım toplumunun (din adamları sınıfının çoban, sıradan vatandaşların koyun sürüsü gibi görüldüğü) dini anlayışına bağlı, mesleki eğitimi sanayi toplumu standardında olmayan kitleler, kasabanın dışlayıcı (kendisinden başka din yorumunu kabul etmeyen), kapalı (farklı yorumlara açık olmayan) ve yerel (geleneği ve kasaba yaşam tarzının normlarını dinin yerine ikâme eden) din yorumunu inatla korumaya çalıştılar. Onlara göre, asrileşmek veya çağdaşlaşmak “gâvurlaşmaktı”.
KASABA VE KIRSALDAN KENTE GÖÇÜN ETKİLERİ VE SİYASET
Ehl-i Sünnet mezhebinde bir din adamları sınıfı yoktur. Din adamları devlet memurudur ve siyasi egemen gücün meşruiyetini sağlamakla yükümlüdürler. Aynı zamanda dini devletin siyasi bir araç olarak kullanmasını yürütürler. Bu açıdan Sünnî toplumlarda din ve siyaset ilişkisi Ortodoks Hıristiyanlardakine benzer: Sezar hem devletin hem de dinin başıdır. Pekiyi, bir din adamları sınıfı yoksa ama tarım ve kasabanın küçük zanaat ekonomisinin üretim yapıları toplumun çoğunda geçerliyse, kasabanın dışlayıcı, kapalı ve yerel din anlayışını kim temsil edebilirdi? Tarikat ve cemaatler. Kolayca anlaşılacağı gibi ilk dönem tasavvuf ekollerinin kapsayıcı (herkesi kucaklayan), açık (farklı din yorumlarına kapalı olmayan) ve evrensel (bütün insanlara hitap eden) din anlayışı ile bu kasaba cemaatlerinin din anlayışı taban tabana zıttır. Geçen yazıda belirttiğim gibi, kasabanın dar dünya algısı ve kısıtlı kültürü, dinin kendisi yerine geçmişti. Bu kitleler, 1950-1980 arasında kentsel alanlara göç ettiğinde, kentlerde ayakta kalabilmek için hemşeri dernekleri ve merdiven altı cemaatler etrafında örgütlendiler. Hepimizin bildiği gibi bu cemaatlerdeki bakış açısı kendilerinin fırka-i naciye (mü’minler içerisinde cennetlik olan güruh) olduğu, şeyhlerinin zamanın kutbu (evreni manevî alemdeki gücüyle yönettiğine inanılan zat) hatta ahir zaman Mehdisi olduğu inancı vaz edilir. Mesleki aidiyeti olmayan, şehir hayatında ayakta kalabilecek standart bir eğitimden yoksun olan bu kitleler cemaatlerin sağladığı koruyucu şemsiye altına sığındılar. Kimisi bu sayede esnaflıktan iş adamlığına terfi etti, çoğu ise cemaatlerin kullandığı ucuz işgücü olarak kaldı. Merdiven altı cemaatler bu insan kitlesini popülist sağ partilerle müzakerede bir koz olarak kullandılar. Hatırlayın, yukarıda belirttiğim gibi, tarım toplumunda din adamları sınıfı, iktidarın meşruiyetinin kaynağı idi. Burada da benzer bir ilişki oluştu: Hoca Efendinin işaret ettiği parti ve siyasetçiye oy verildi. Bunun karşılığında cemaatler siyasetin maddi ve idari desteğiyle vakıf altında holdingleştiler, popülist sağ partiler de sağlam ve sadık oy depolarına kavuştular. Bütün bu süreç hızlı ve dengesiz sanayileşme ve çarpık şehirlileşme ile taçlandı. Kent ekonomisi taşralı kitleleri şehirlileştireceğine, bu kitleler şehirleri taşralaştırdı.
KÜRESELLEŞME, BİLİŞİM DEVRİMİ VE KUŞAKLAR ARASI ÇATIŞMA
1980’den bu yana bu süreç giderek hızlandı. İlk önce dış ticaretle dünyaya açılan Türkiye, 1990’lardaki hızlı finansallaşma ile para spekülasyonuna ve plansız özelleştirme ile üretimsizliğe yelken açtı. 2000’ler sonrasında, tıpkı Tanzimat Osmanlı’sında olduğu gibi, dış borca dayalı büyüme politikaları ile iyice dışa bağımlı hale geldi. Bütün bu zamanda, her biri birer holding haline gelen ve özellikle sağ siyasette kariyer için önemli bir referans haline gelen holdingleşmiş cemaatlerin üst kademesi yeni bir nomenklatura (yönetici elit ve sermaye) sınıfı haline dönüştü. Benim babamın kuşağından (70- 80 yaş arası) ve benim kuşağımdan (40-50 yaş arası) olanlar halâ daha eski inançlarını tamamen veya kısmen korusalar da, yeni kuşaklar (30 yaş altı) farklı bir profil çizmektedirler. Genç kuşak için dini ve manevi hayat, dünya kazanımları için bir referans noktasından başka bir şey ifade etmemektedir. Çünkü servetlerini bu kasaba tutuculuğuna borçludurlar. Öte yandan cemaatlerin alt tabaka mensupları içinde, babamın kuşağı ve benim kuşağım halâ samimiyetle bu inançlara bağlı olsalar da yeni kuşak için bu inanç baskı, kısıtlı özgürlük ve bireyselleşememek anlamına gelmektedir. Bilişim devrimi sayesinde dış dünyayla çok yakın bir ilişki kurabilen, gelişmiş ülkelerdeki hayatı ve imkânları gören, küreselleşmenin yarattığı olumlu / olumsuz etkilerle bu toprağa aidiyeti azalan genç kuşaklar içlerinde bulundukları toplumsal ve ailevi ortama tepki olarak inancı ve milliyeti reddetmektedirler. Onun için özellikle alt kademe cemaat mensuplarının çocukları arasında Deizm ve Ateizm hızla yayılmaktadır. Kimisi de, Enes Kara gibi, bu baskılara dayanamayıp canına kıymaktadır. “Hocam, pekiyi ‘çağdaş yaşam tarzını’ ve ‘sekülerliği’ benimseyen kitleler ne durumda sizce?” Benim kanaatim şudur: Bu kitlelerin merdiven altı cemaatlerle bağı olmadığı için Deist veya Ateist olma oranları daha düşüktür. Çünkü bu kitleler için din, ailelerinde öğrendikleri yaşam tarzı ve ahlakı temsil etmektedir. Her ne kadar merdiven altı cemaatlerin Hacivat Çelebi kılıklı mensupları onları Müslüman kabul etmese de, o kesimler içinde az veya çok, İslam inancı yaşamaktadır. Bu İslam inancı aileden öğrenildiği için ve gençler üzerinde de toplumsal bir baskı oluşturmadığı için, gençlerin kolayca vaz geçemediği bir değerdir.