Her ne kadar Hicrî takvimin resmî kullanımı olmasa da özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında "resmî" tâtilleri hesaplarken dikkate almamız gerekiyor.

Hicrî yeni yılın, 1445 yılının ilk günlerini yaşıyoruz. Bugün Hicrî takvimde 5 Muharrem 1445.

Her ne kadar Hicrî takvimin resmî kullanımı olmasa da özellikle Ramazan ve Kurban Bayramlarında “resmî” tâtilleri hesaplarken dikkate almamız gerekiyor.

Osmanlı zamânında da dinî konularda Hicrî takvim ve hasat dönemiyle ilgili olduğu için vergi toplama zamânının hesaplanması gibi mâlî işlerde güneş yılının esas alındığı Rûmî (Gregoryan) takvim kullanılmıştır.

Peki İslâm takviminin başlangıcında neden Hicret esas alınmıştır? Peygamber Aleyhisselâm zamânında böyle bir uygulama olmadığı için “sünnete aykırı” olup olmadığı gibi bir tartışma var mı, bilmiyorum.

Ama Bedir Savaşı, Mekke’nin fethi gibi başka birçok olayın hatta vahiy ilk gelişi gibi en önemli olayın değil de Hicret’in takvim başlangıcı olarak kabûl edilmesinin açıklaması olarak “Hz. Ömer zamânında böyle bir karar alınmış” demenin ötesinde sosyolojik bir bakış açısı ve yorum gerektiriyor.

Bilindiği gibi Hz. Ömer’in halifeliği sırasında bu konu gündeme gelmiştir. İslâm öncesindeki Arap toplumunda da Kamerî takvim kullanılıyordu. Ayların isimleri vardı. Hatta “haram aylar” diye kültürel bir kabûl vardı. Bu takvim kullanılmaya devam etti. Ancak İslâm devletinin fetihlerle büyüyüp farklı coğrafyalara yayılmasının getirdiği yönetim sorunları ve diğer sebepler dolayısıyla, bir başlangıç tespit etmek gerekti. Hicret’ten on yedi yıl sonra Hicret, Hz. Ali’nin teklifi ve diğer sahabelerin onayıyla takvim başlangıcı olarak kabûl edildi. Hemen hatırlamakta yarar var ki, Hicret, hicrî takvimin ilk ayı olan Muharrem ayında değil, Safer ayının 26. günü ile Rebiülevvel ayının 12. günü arasında gerçekleşmiştir.

Peygamberimizin “ilmin kapısı” olarak taltif ettiği Hz. Ali başta olmak üzere sahabelerin Kur’ân-ı Kerim’i anlama ve ondan yorum çıkarma konusundaki seviyeleri en yukarıdadır. Peki Hz. Ali böyle bir teklif yaparken neden Hicret olayını diğer olaylardan daha öne çıkarmıştır, sorusuna şu âyetlere göre hüküm vermişlerdir, cevâbı verilebilir: Cevâbın kaynağı Enfâl Sûresi 72-75. âyetlerinde. İbn Arabî, bu sûreleri Tefsir-i Kebir Te’vilât adlı eserinde şöyle açıklıyor:

72- İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların dostluğundan bir şey yoktur. Eğer onlar din husûsunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.

73- Kâfir olanlar da birbirlerinin yardımcılarıdır. Eğer siz onu yerine getirmezseniz yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.

74- İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.

75- Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle berâber cihad edenler de sizdendir. Allah’ın Kitâbına göre, yakın akrabalar birbirlerine daha uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir.

“İman edip de hicret edenler…” ifâdesiyle başlayan âyet, mefhum olarak gösteriyor ki, tekkeden ve zâviyede ikamet eden fakirin görevi mukim olanlara hizmet etmek değildir. Bilakis, onun görevi yolcu olanlara hizmet etmektir. Çünkü âyette şöyle buyruluyor: “İman edip de hicret etmeyenlere gelince… size onların dostluğundan bir şey yoktur.” Yâni ilmî imanla inananlar, âile, evlat, mal, maddî imkânları ve nefis vatanı gibi alışkanlıkları azimet kuvvetiyle terk edip hicret edenler, gurbette seyahati tercih edenler, malı geride bırakmak ve Allah rızâsı için harcamak sûretiyle mallarıyla, riyâsette yormak, şeytanla muharebe etmek, Allah yolunda yolculuğun zorluklarına katlanmak ve Allah yolunda sulûk niyetiyle din uğruna feda etmek suretiyle de canlarıyla yakın ve tevekkül gücüne dayanarak cihad edenler, menzilde hizmet etmek sûretiyle onları “barındıranlar…” ihtiyaç duydukları şeyleri hazırlayıp bağışlamak sûretiyle onlara yardım edenler, “işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır.” Kaynaşmak ve birbirini sevmek suretiyle dost olmuşlardır. “İman edip de” alıştıkları vatanlarından “hicret etmeyenlere gelince” onlar hicret edinceye kadar sizinle onlar arasında dostluk nâmına bir şey olmaz.

İbn Arabî’nin hicretin önemini vurgulamak için âyetin te’vilinde üzerinde durduğu kavramlardan ikisi “Allah rızâsı” ve “kaynaşmak”tır. Bildiğimiz gibi Yesrip’teki Müslümanların dâvetiyle önce Mekkeli Müslümanlar mallarını bırakıp hicret etmişlerdir. Daha sonra da Peygamber Aleyhisselâm, sâdık dostu Hz. Ebu Bekir ile hicret etmiş ve Yesrip şehri daha sonra Medine (Medinetü’l Münevvere – Aydınlık Şehir) ismini almıştır.

Hicret belli bir zamanda sâdece Peygamber Aleyhisselâm ve Hz. Ebu Bekir’in yaptığı bir yolculuk olmanın ötesinde İslâmî bir tavır ve Allah rızâsını kazanmak için ortaya konması gereken bir davranış şeklidir. Bu davranış ile Müslümanlar belli bir yerde sâbit olarak yaşamak yerine, yolculuk edecek ve diğer coğrafyalardaki farklı kültürlerdeki insanlarla kaynaşacaktır.

İslâmî hayat, durağan değil akışkandır, statik değil kinetiktir. Hicret, bir seyahat kültürünün sembolik olayıdır ve bu olaya nispetle İslâm takvimini Hicret’in yapıldığı yıl ile başlatma karârı verilmiştir, diyebiliriz.

Hicret, Peygamber Aleyhisselâm’In şahsında, İslâm’ın vahyin ilk geldiği yer olan Mekke dışına çıkışın ilk örneğidir ve bir anlamda sünnettir. Müslümanlar bu sünneti tatbik ederek bir anlamda da cihad etmiş ve Allah rızâsı için mücâdele etmiş olurlar. Bunun illaki bir savaş olması gerekmez. Bir kişinin bir Müslüman olarak, bulunduğu yerde sâbit kalmak yerine – tıpkı Evliya Çelebi gibi – örnek bir mümin tavrıyla seyahat etmesi, İslâmî düşünce ve yaşantının başka yerlere yayılması anlamında bir cihattır. Bunu yapanlara yardım edenler, yolculuğun rahat ve güvenli olmasını sağlayanlar da onların dostu ve cihadın bir unsurudur.

Müslümanlar seyahat edip ya da seyahat edenlere yardım edip kaynaşarak başka kültürleri tanıyarak kendi kültürlerini üstün ya da aşağılık görme yanlışından da kurtulacaktır. Bu, çağımızın en tehlikeli sosyal hastalıklarından biri olan “yabancı düşmanlığı”nın da panzehiridir.

Nice Hicrî yâni seyahatli veya seyahat edenlere yardım edeceğimiz yıllara…