"Hiçbir yerden bakış" ve "bir yerden bakış" arasındaki fark kırılganlığımızı ve kırma becerimizi mihenk noktası haline getirdi.
Kırılgan varlıklarız. Kırma becerisi olan varlıklarız aynı zamanda. Kırarak kırılganlaşıyoruz. Kırılganlaştıkça kırıyoruz. Bağımlı bir kırılganlık ve kırma ilişkisi halindeyiz. Birbirimize bağımlı hale geldikçe birbirimizi daha çok kırıyoruz. Herkesin herkese bağlılığı, herkesin herkes tarafından kırılabilir olmasına dönüştü. Kırma becerimiz bir yaşam biçiminin ifadesi, tuhaf ve çelişkili gösteri toplumunun bir parçası olmaya evrildi. Görünürlüğümüz, kırma becerimizi yıkıcı bir şekilde gösterebiliyor olmamıza bağlı hale geldi. Kırılganlık, görünürlük tarafından alınır satılır oldu; kırılganlığın mahremiyeti kırma becerimizin fetişizmine dönüştü. Nereden bakarsak bakalım kırılganlık anlamını yitirdi.
“Hiçbir yerden bakış” ve “bir yerden bakış” arasındaki fark kırılganlığımızı ve kırma becerimizi mihenk noktası haline getirdi. Birbirimize bir yerden baktıkça, o yeri kendi güvenli evimiz olarak gördük. Hiçbir yerden bakmayı korkunun, güvensizliğin ve yalnızlığın adı haline getirdikçe daha fazla kıracağımızı ve kırılacağımızı göremiyoruz artık. Ve bu durum tuhaf bir zihinsel çelişkinin de nedeni haline geldi: Biri olmakla, bir şeye bir yerden bakmayı birbirine karıştırdık. Bir yer, bir toplumsal grubun bakışı, biri olmak da bu grubun temsilcisi olma durumuna dönüştü. Herkesin herkese bireysel bağlılığı, bir toplumsal grubun başka bir toplumsal gruba karşı bağımsızlığına dönüştü. Bireysel bağları koparıp, bir grubun toplumsal bağımsızlığının parçası olmayı tercih etmeye yöneldikçe daha fazla kırdık, daha fazla kırıldık. Kırma becerimiz ve kırılganlığımız birbirimizi unutmaya dönüştü.
Tanığı olmadığımız şeylerin zihnimizde bıraktığı izler duyarlığımızın da derecesini belirler. Görmediğimiz, işitmediğimiz şeyler daha az etkiler bizi. Yine de bir şeylerin yolunda olmadığını sezeriz. Ancak Lethe Nehir’inin suları o kadar etkilidir ki bu sezi hiçbir zaman bir “iç sızısına” dönüşmez. O nehrin suyundan bir yudum içmeye görün. Her şeyi çabucak unutuverirsiniz. Yaşama anlamını veren neşe ve keder yerini bir boşluk hissiyle dolduruverir. Ve nerede çabucak unutmanın yarattığı boşluk hissi varsa orada kırılganlık yoktur. Unutma ile kırılganlığımızı gidermeye çalışırız. Unutma yoluyla, olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan “zaman” dışına itilir. Oysa insani varoluşun hem geçmişte hem şimdide hem de gelecekteki tek göstergesi zamandır. Zaman varsa bilinç vardır. Bilincin ve zamanın varoluşuna bağlı kılınmayan bir zihin çabucak unutuverir. Kırılganlık, unutkanlıkla gizlenir; kırma becerisinin ortaya çıkardığı “birlikte yok oluş” halinin üzeri unutkanlıkla örtülür.
Ötekinin varlığını onun unutulabilir bir varlık olmasına bağladığımızda hem kendi varoluşumuzu hem de ötekinin varoluşunu herkesin herkese bağlılığından koparmış oluruz. Böylece, kaçınılmaz olarak, herkesin herkese bir yerden bakmasına neden oluyoruz. Böyle olmasının açıklaması nedir? Tek bir açıklaması var bunun: Popülizm. Herkesin herkese bir yerden bakması popülizmin dayanak noktasıdır. Kırma becerimiz ne kadar popülist olduğumuza, kırılganlığımız da popülizme ne kadar maruz kaldığımızla belirlenir hale geldi.
Birbirimize hiçbir yerden bakmak çok mu zor? Toprağa kök salamamış popülizmin dallarının kırılganlığını fark edemiyor muyuz? O dallara tutundukça hem dalı hem birbirimizi kırdığımızı sezemiyor muyuz? Birbirimize bir yerden baktıkça kırdığımızı, kırıldığımızı göremiyor muyuz?
İnsan konuşmadan önce görür. “Görme, konuşmadan önce gelir. Konuşmaya başlamadan önce birbirimizi görürüz.” Karşılıklıdır bu görme hali. Bir yerde duran ve başka bir yere bakan biri baktığı yerden görünür olduğunu bilmeli. Önce görme, sonra kavram sonra da anlam gelir o halde. Gördüğümüzü kavramlarla giydirmeden önce her şey olduğu gibidir. Olduğu gibi olan şeyi olmadığı şeye biz dönüştürüyoruz. Birbirimizin anlamını da anlamsızlığını da birbirimizi görmeden belirlemeye çalışıyoruz. Hiç kimseyi ve hiçbir şeyi olduğu gibi anlamaya çalışmıyor, herkesi ve her şeyi sahip olduğumuz kavramların anlamlarına dönüştürmeye çalışıyoruz. Dönüştürdükçe kırıyor, kırılıyoruz. Dönüştüremediklerimize ne yaptığımızı söylemeye gerek bile yok… Onları Tartarus’un derinliklerine gönderme hususunda en küçük bir insani tereddüt göstermiyoruz. Bir iyimserliğin değil, bir gerçekliğin ifadesi olarak şunu söylemekten alıkoyamıyorum kendimi. “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.”