Artık geri dönüşü olmayan bir yoldayız. Kitleler halinde batılı halklar özgürleşme çağrılarını dünyaya haykırırken "Filistin olmadan asla" diyorlar.
Artık geri dönüşü olmayan bir yoldayız. Kitleler halinde batılı halklar özgürleşme çağrılarını dünyaya haykırırken “Filistin olmadan asla” diyorlar. 20. yüzyıl özgürlük çağı olarak lanse edilirken aslında arkasında büyük bir oyun vardı. Özgürlük batıda başlangıçta birtakım sınıflara karşı haklı bir tepki olarak doğarken zaman içerisinde bambaşka sınıfsal bir tuzağın içine çekti insanları. Kapital denilen o dehlizin içinde vantuz gibi insanları kendine çeken ve herkese göre bir kapı aralayan, sinsi yapılar özgürlük vadettiler. Önce insanların haklarını haykırmalarına izin verildi. Bu yapılırken, halklar kontrollü bir şekilde izlendi. Ardından imtiyazlı olmak gibi bir kavram, soylu sınıfın elinden alınıp sermayeye oradan da halkla dağıtılacağı yalanı ile bugüne kadar öyle ya da bu şekilde, batı halkları kandırıldı. İnsanlar o imtiyazları yani parayı, rahat yaşamı, emekliliklerine kadar elde edecekleri sonra da keyif yapacakları o yaldızlı günler için deli gibi çalıştılar. Bu şekilde çalışmak da kutsallaştırıldı. Sonunda o yaldızlı günleri de Alzheimer ile geçirip her şeyi unutacakları bir hayata mahkûm oldular. (Bizimkiler de batıya gıpta ile baktılar. Yalan mı?!)
Ya hepimiz ya hiç
Batı halklarının nesillerdir üzerine yapışan sömürgecilik, yerleşimcilik, kolonizatörlük ve hatta bilim adına ilklerden referans vermeden gerçekleştirdikleri fikir hırsızlıkları dahi her türlü ahlaksızlık, Filistin ile taşan son damla oldu. Siyonist emele hizmet eden kukla liderler de dahil hiçbiri bunu beklemiyordu. Irak’ta nasıl 1 milyon kişi öldürüldüyse ve hatta TV’lerden nasıl izlettirildiyse ve insanlar nasıl buna alıştırıldıysa, yine aynısı olacaktı. Zaten bir İslamofobi ve onun tiplemeleri hazırda vardı. Bosna daha dün gibi belleklerimizde. Hangi birini sayalım. Suriye’deki iç savaş. Afganistan’da yok edilen bir medeniyet. Hangisini sayalım. Doğu Türkistan açılmamış sargımız. Nereden bir acı, bir felaket geçtiyse haçlı zihniyeti ve onun bugünkü adı Siyonizm geçmiş demektir. Ancak bu kez hiç ummadıkları bir şey oldu. Çocukların feryatları, o masumların kalpleri, başka kalpleri uyandırdı. Doğrusu şu ki Kur-an-ı Kerim’de geçen ‘akleden kalpleri’ Filistinli çocuklar uyandırdı. Çocukların gözlerinden yansıyan o ilahi mesajla, Allah’a şahitlik etmiş olmanın verdiği mesajla tüm dünya ve özellikle de batı irkildi. Siyonistlerin elindeki sosyal medyayı manipüle etmek bile gerçekleri insanların kalplerine yollamayı engelleyemedi. Bu nedenle de batı ayağa kalkmış vaziyette ve özgürleşene kadar da oturmayacaklar. Çünkü bu kez kandırılmayı kabul etmeyecekler. Bu sefer ya hepimiz ya hiç diyorlar.
İslam asli hüviyetine kavuşsun diye
Peki bunca zulüm neden yaşanıyor? Eğer Müslümanlar İslam’ın gereğini yerine getiriyor olsalardı, bu acılar bu facialar olur muydu? Müslümanlığı temsil ettiğini söyledikleri birtakım güruhlar asli hüviyetlerini kaybetmişlerdir. Onların şekilleri dışında Müslümanlıkla hiçbir alakası kalmamıştır. Ne yazık ki İslam olduklarını hüviyetlerine yazdıran ülkelerin hiçbiri adaleti sağlayamamışlardır. Siyonizme uşaklık etmişlerdir.
Allah nurunu tamamlayacaktır
Bugünkü mesele de bundan ibarettir. İslam nurunu açığa çıkarıyor. Yeni ve tertemiz gönüllere ihtiyacı var İslam’ın. Kalplerini gözyaşı ile temizleyen ve gerçekten iman etmeye hazır kullara nurunu açıyor. Yarım yamalak değil, gerçekten inanacak tam iman edecek insanlara ulaştırıyor nurunu. Çünkü İslam asli kimliğinden emin olmayan, tereddütte kalmışlarla yoluna devam etmeyecek. Görünürde hepimizin de önünde cereyan ettiği gibi batıdan doğacak olan bu güneşin insanları da hazırlar. Çünkü ya hep ya hiç mücadelesine adım atmışlar. Yarım ağızla yola çıkmadıkları apaçık belli. Mesajı tam da merkezden alıyorlar. Şehadetin bugünkü merkezi Filistin’den geliyor bu mesajlar vesselam.
NE YENİ YIL KUTLAMASI!
Millet olmanın gereği sevincimizde de üzüntümüzde de birlik olmaktır. 6 Şubat depreminin sarsıntıları hala daha önümüzde duruyor. Oradaki insanların büyük çoğunluğu hala konteyner evlerde yaşıyorlar. Ailelerini kaybettiler. Dul, yetim, öksüz kaldılar. Hayatları dağıldı. Daha cenazelerin toprağı çimlenmedi. Çoluk çocuk travmatik bir sürü sorunla boğuşuyor. Öte yandan 40 yıldır süren terör daha yeni canlarımızı aldı. Analar, babalar, kardeşler, eşler, evlatların ciğerleri yanıyor. Gazze desen bir kıyım yeri. Ölenlerin cenazeleri toprağa verilemediği için sokaklarda iskeletlere rastlanılıyor. Hak ve adalet için şeytanla savaşılıyor aynı anda birçok cephede. Neyi kutlayacağız! İnsanları patlatanları mı kutlayacağız? Yoksa insan olamadığımızı mı? Oturup şapkamızı önümüze alıp düşünme ve muhakeme zamanıdır. Dua zamanıdır. Hayır ve hasenatta yarışma zamanıdır. Adaletsizliğe karşı durma zamanıdır. Eğlenip göbek atacak, yenilip, içilecek zaman hiç değildir.
BALONLAR UÇARKEN
Her bir balonun adı var: Ahmed, Leyla, Reem, Mustafa, Osman, Efnan, Usame Mahmud, Seray, Nidal, Asil İbrahim ve daha sayamadığımız nice sayısız bebek, çocuk masum gözleri göğe kayarak bu dünyadan uçup gittiler. Onlar asker değildi. Onlar terörist değildi. Onlar daha dünyanın neresi olduğunu bile anlamamışlardı ki bin bir acıyla yok oldular. Ne karbon izleri vardı henüz ne de deli gibi tüketebildikleri arsızca istekleri. Ne masallara doyabildiler ne oyunlara. Kuru ekmek bile tatlıydı yalın ayak sokaklarda. Nereden bilebilirlerdi ki dünyanın başka yerlerinde insanlar, keyiflerince yaşayıp onları medyadan şöylece izledikten sonra uyuduklarını. Onlar Kudüs’ün tatlı sesleri. Bombaların gürültüsüyle yere gömüldüler. Nasıl bir çağdayız ki balonlar uçarken gökyüzüne insanlar dönüp bakmıyor bile.
ÖZLEM YILMAZ MERİÇ
YARIM HIKÂYE...
Annem aynı kahvaltıya uyandırmış yine bizi. Patates kızartmamış, yumurta haşlamamış, peynirin soluk renkli tarafına ekmek uzatıyoruz istemeyerek. Kim inandırmışsa bizi küflense dahi yenir hatta kıymetlidir diyerek, yiyoruz işte. Hatta tadı güzelmiş gibi yapıyoruz birbirimize. Aynı sofrada kardeşlerimle bağdaş kurmuşuz. Boy boy dizilmişiz... Annem bizi çok parçalı bir vitrin süsü gibi boy boy dizmiş hayatın içine...
Bir sofra örtüsü geçirmişiz dizlerimizin üzerine ve hep aynı sıkılgan, sade kahvaltımızın bardağına bir bardak daha eklememiz icap etmiş. Saadet ablanın ayak sesleri ilişiyor çünkü kulaklarımıza ve her günkü gibi aynı vakitte çalıyor kapımızı. Kim o! Demeden açıyoruz ve artık buyur demeden alıyoruz içeri. Yılgınım, kızgınım bu birbirini tekrar eden sabahlara. Oysa Saadet abla hayat dolu ve eminim kahvaltıda zeytin yiyordur hatta ev ahalisine patates bile kızartıyordur. Ama biz... Biz kahvaltıya uyanmamışız, sanki küskün ve umutsuz bir güne mecburen merhaba demek için bir araya gelmiş bi çare çocuklarız. Saadet abla elinde bir tabakla gelmiş bu sefer üstünde örtülü bir peçete. Peçete yağlanmış ve şeffaflaşmıştı altından görünen o siyah katık, hayatımızın bir sabahına, sanki tüm siyahlığına rağmen renk katmıştı.
Öylesine siyah bir hatıranın bugün bu kadar renkli oluşuna inanamıyor insan. Zeytine inanamıyorsun, mutlu oluşuna inanamıyorsun, bu kadar basit bir mutluluğun bu kadar hüzünlü bir varlığın oluşuna nasıl içinin burkulduğuna inanamıyorsun. Bir kitap aralığında rastlamıştım bu yarım hikayenin başkaca yarım haline, diyordu ki;
"Bahçeye giriyoruz. Annem bitkin güllerin dibine hüzünlü sular dökmüş, güller suyu umursamamış. Kardeşim koşa koşa içeriye giriyor. Annem aceleyle gözlerindeki yaşı siliyor. Kardeşim elindeki reçeli anneme gösteriyor.
- Ben helvadan çok sıkıldım anne, tekrar kahvaltı yapalım mı?
Kardeşim haklı anne, ben bu hayattan çok sıkıldım, tekrar doğalım mı?"
Tekrar doğamadık, annem reçeller kaynatmadı, tencerenin dibindeki tatlılığı parmağımızla sıyıramadık. Sulayacak çiçeğimiz bile yoktu ama ona verecek hüzünlü suyumuz çoktu. Fazla yorgundu, fazla yorgunduk. Kırgınlıklarımız evin her yerine yayıldı sanırdım, meğer o bizim yekten hayatımızmış. İsli bir gömlek gibi giydik annemizin yorgun hayatını ve bir daha da üzerimizden hiç çıkaramadık…
ÜNİVERSİTELERDE MESCİT VE ADAP
Birçok üniversitede artık mescit var. Ama olmayanlar varsa da hemen mescit ayarlamalı. ABD’deki federal yasalarda bile mescit ve ibadet hakkı varken bizde olmaması saçma olur. Sadece Müslümanlar için değil birçok din için ibadet imkânı var. Tabii biz Müslümanlar da başkalarını rahatsız etmemeye özen göstermeliyiz. Mesela ayakkabılarımızı ayrılan raflara koymalıyız. Ortalıkta bırakmamalıyız. Başkasının ayağı takılır düşer. Görüntü olarak da hoş durmaz zaten. Ancak bir üniversitedeki öğretim görevlisinin bağıra bağıra öğrenciye, mescit önündeki ayakkabıları kaldırın demesi de pek iletişime açık olmadığını gösteriyor. Üstelik bir de ayakkabıları ile halıya basması, ellerini kavrayıp göğüslerini pörtletmesi sinirli sinirli anlamsız bir şekilde bağırması gereksiz bir ortam yaratılmış. Üniversiteler bir araştırma, anlama, düşünme ve fikir cemiyetleridir. Sosyal medyaya yansıyan nahoş görüntüler, kavgalar bir fikir ortamına ait değildir. Ancak olsa olsa ego tatmin yerine ait görünüyor. Her iki taraf için de eleştirimi gönderiyorum. Seviye önemli, davranışımız güzellikleri çağıracak kalplere huzur verecek şekilde olmalıdır. İletişim kurmak çok zor değildir. İletişimden de maksat ortak bir fikre yaklaşarak birlik beraberliği tesis etmektir.
ARTI
İsraeled
Urban Dictionary yani Urban sözlüğüne alınan yeni terimin adı Israeled. Yani İsraillemek diye Türkçe olarak da telaffuz edilebilir. Israeled”in geniş anlamı şöyle; başkasına ait olan bir şeyi kendisininmiş gibi ele geçirmek. Yani İsrail’e artık sözlük anlamıyla birlikte hırsız diyoruz. Dünyada acayip şeyler olurken bu da yanına eklendi. İsrail’e karşı tek bir söz edilemezken artık sözlüklere girmesi bile büyük gelişme. Bir dizide izledim. Tabii ABD yapımı. Orda Amerikan vatandaşı biri nahoş bir durum için yanlış hatırlamıyorsam Yahudi dumanı diyor. Yanındakiler de hemen uyarıyor. Sakın öyle konuşma ırkçılık yapma diye. Müslümanlarla ilgili bir şey olsa tam tersini; korkutmak, canileştirmek, terör ile bağdaştırırlar.
EKSİ
Hacılamak
Türkçe argoda kullanılan ve yine aslında İsrail için kullanılan terime yakın bir anlam içeren bu kelimenin arkasında negatif bir şey yok. Ama sonradan nasıl olduysa bu hale gelmiş. Birinden aldığınız bir eşyayı geri getirilmediğinde kişi eşyasını istediğinde “Haca gitti “denilirmiş. Ama bu sonra el koymak, başkasının malına göz koymak anlamına gelmeye başlamış. Hoş da gelmiyor kulağıma. Üstelik kutsal bir ibadet ile bağdaştırılarak meşruiyet kazandırılması daha da nahoş. O yüzden artık hacılamak yerine israillemek kullanılsın.
ÇOCUKLAR ÇİÇEKTİR
Çocuklarımızı özenle çiçek gibi yetiştiririz. Suyunu verir, havasını, güneşini ihmal etmeyiz. Ama çiçek de sevgi ister ve biz de o sevgiyi veririz. Konuşuruz, güzelliğine övgü dizeriz. Bir gün bir bakarız rengarenk çiçekler açmıştır. Çok seviniriz. Evimizin bir köşesinde saksı içinde bir sürü çiçek, renk renk açıp bize gülümser. Yeşil yapraklarını gün batarken yukarı kaldırır, kimi çiçek de akşamüstü kapalı olan çiçeklerini açar. Çocuklarımızı da şu üç şeyden uzak tutamayız; sevgi, şefkat ve merhamet. Bu üç duyguyu da anne ve baba basiret, feraset ve siyaset çerçevesinde uygular. Dengeli bir şekilde zamanında ve yerinde her yaş döngüsünde çocuklarımıza temkinli ve karakterlerine göre gerektiğinde nasihat, gerektiğinde yol, yöntem gösteririz. Bazen uyarırız. Yanında olduğumuzu hissettiririz. Ona güvendiğimizin mesajını veririz. Gerekli yerlerde överiz. Küçük düşürmeden yanlışlarını söyleriz. Hülasası çocuklar saksıdaki çiçek gibidir. Ne zaman su vereceğini güneşi nereden alacağını veya gölgede durması gerektiğini bileceksin. Tek bir reçeteyi bütün çocuklara uygulayamazsın. Her çocuğun kendi duygu dünyası hassasiyeti var. Anne, baba nasıl yaklaşması gerektiğini bilir ve kırıp dökmeden çocuğunu yetiştirir. Çiçek açtırır. Çocuklarımız çiçekler gibi saksıda bizimle ölünceye kadar durmazlar ama bu özenle yetişen çocuklarımız gün gelir başka bambaşka yerlerde olsalar da bizimle kalbi iletişimleri hiç kopmaz.