Bir kere bu yazı "hafif" bir yazı olacak.
İki uyarı ile yazımıza başlayalım. Bir kere bu yazı “hafif” bir yazı olacak. Aslında ağır bir gündemin kıyısında salınıyoruz. Ağustos ayı içerisinde Putin’in Türkiye ziyareti gündemde. Bu ziyaretin muhtemelen en tatlı kısmı enerji meseleleri olacak. Rusya, Türkiye’yi bir enerji merkezi haline getirme teklifini masada tutmaya devam ediyor. Akkuyu başarısından sonra Türkiye’de başka sivil nükleer enerji projelerinin altına elini sokmak için hevesli. Rusya’nın karşı karşıya kaldığı bazısı keyfi yaptırımların parçası olmayan her ülke Moskova için değerli ama hele bu ülke Karadeniz kıyısındaysa daha değerli. Elbette sadece Türkiye-Rusya ikili ilişkilerinin parçası olmayıp Rusya-Batı mücadelesinin konusu olmaya devam eden meseleler var- Ukrayna savaşı, Tahıl Koridoru, Rusya’nın Afrika’daki varlığı -Nijer gerilimi gibi. Bir de bu ikilinin birbirlerine hala belli bir mesafede durarak çok ciddiye aldıkları bir konumuz var, biliyoruz, Suriye ve Doğu Akdeniz’deki stratejik dengeler. Önümüzdeki hafta muhtemelen Nijer krizinin gittiği yönde daha belli olacak. ECOWAS’ın müdahale için verdiği mühlet doluyor. Nijerya, Batı Afrika’da güçlü bir statü istiyorsa ortadan karpuz gibi bölünen bölge için kritik kararlar vermeli. Ama her halükârda Afrika’da bölgesel çaplı bir çatışma ve ideolojilerin olmadığı bu dünyada ideolojik kutuplaşma riski var. Kısaca Ağustos ayı içerisinde istemediğimiz kadar ağır gündem maddesine boğulacağız. Hazır bugün 6 Ağustos iken (1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasının ABD tarafından atıldığı gün), Oppenheimer sinemalar ile sınırlı kalmayıp, entelektüeller arasında bir heyecan dalgası yaratmışken, buyurun hafif (!) bir gündeme: Film üzerinden günümüzün nükleer dengelerine bir bakmaya. Burada ikinci uyarıyı yapmalıyım: Bu yazı spoiler içermektedir, ama tabi tarihsel bir hikayeden bahsediyoruz yani hikayenin mihenk noktalarını genel kültür dahilinde biraz mürekkep yalamış herkes biliyor: Atom bombası yarışını ABD kazandı ve tarihte nükleer silahı ilk ve tek olarak kullanan devlet oldu. Oppenheimer ve ekibi Atom bombasının mimarı oldular, aslında isteyerek ya da istemeden Hidrojen bombasının da önünü açtılar. Soğuk Savaş ilerlerken Oppenheimer, bütün savaşları bitireceğini düşündüğü nükleer silah fikrinden uzaklaşarak silahsızlanma, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi gündemine kaydı.
Filmde ne var?
Elimizdeki bir film, belgesel değil elbette. 3 saati aşkın süreyle sıradan insanı sıkmadan nükleer silahlanmanın ilk yıllarını anlatmak gibi bir zorunluluğu var. Bu yüzden de nükleer bombanın doğuş hikayesine pareler hikâye katmanları iç-içe geçirilmiş. İlk katman, Oppenheimer gibi “beyinlerin” yaşadığı huzursuzluk üzerine. Bu huzursuzluğu yorumcular kitle imha silahı yapmaya azimli bilim adamlarının ahlaki çelişkisi olarak okumuş. Bombanın yapım hikayesine eşlik eden ahlaki çelişkiler ve zor kararlar var tabi ama daha çok II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş arası geçiş döneminde ilerlemenin durdurulamayacağını (bu ilerlemenin bir kısmı bir savaştan bir başka savaşa, bir düşmanlıktan bir başka düşmanlığa atlamayı da kapsıyor) bilen aklı ve entelektüel kapasitesi sokaktaki insanın ötesinde olanların yaşadığı insan doğasına içkin bir huzursuzluk söz konusu. Oppenheimer da bu huzursuzluk içerisinde ahlaki gelgitleri (dünyaların yok edicisi olma fikrinden gizli bir haz ve aynı anda dehşet duyması gibi) ve sıradan başarısızlıkları (yok edici ve yapıcı büyük bir gücün mucidi olarak çocuklarının sürekli ağladığı ve karısının mutsuz olduğu bir ev hayatının kıyısında yaşaması gibi) tadıyor.
Bu huzursuzluğa eşlik eden siyasi huzursuzluk, yani ikinci katman, ise yorumcuların en çok dikkatini çeken husus. Bu siyasi huzursuzluk Japonya’yı yenmek zorunluluğu (Pasifik hegemonyasının anahtarı) ve Sovyetlerle ideolojik mücadelenin kıyısında bekleyen Amerika’nın siyasi huzursuzluğu. Sonuçta Nazi Almanya’sı ve Sovyetler de A-bombasını bulmaya çok yakın ve ABD adına projeyi yönetenler (hem bilim adamları hem askeri-sivil kanat) bombayı neden ABD’nin bulması gerektiğiyle ile ilgili bir meşruiyet geliştirmek zorunda. A-bombası ile ABD savaşın kesin kazananlarından, Potsdam’da Avrupa ve Asya’yı paylaşıp, aslan payını alanlardan olacak, ama filmde hem sözle hem sembolik olarak ifade edildiği gibi ellere ve ayaklara kitle imha silahının kanı bulaşmış. Dolayısıyla meşruiyeti zafer adına sağlamak kadar önemli olan, liberal müdahaleciliği, Roosevelt gibi Yeni Dünya Düzeni kurucularının fikirlerini engellemeyecek bir zemine oturtmak. ABD ve nükleer silahın mimarları şanslı. Silahın doğası, kullanımı ile açığa çıkan yıkıcı doğası, caydırıcılık diyeceğimiz fikrin de görünür olmasını sağlayacak. Tüm savaşları bitirebilecek güçteki bir silah olarak kodlanacak Atom bombası.
ABD’nin huzursuzluğu
Fakat böyle bir zafer ABD’deki siyasi huzursuzluğu bitirmeyecek. Burada film bir tercih yapıyor ve ABD sistemini çok fark ettirmeden aklarken, siyasi karar vericileri, örneğin Truman’ı, örneğin Strauss’u “realpolitik adına sığ görüşlülüğün, biraz abartarak söyleyelim kötülüğün, empati yoksunluğunun” bir portresi olarak çiziyor. Oysa, filmde altan alta hissettiğimiz bir gerçeği muhtemelen Truman gibiler anlamak ve baş etmek zorundaydılar. Bu gerçek, o dönem Sovyetlerin gerçek gücünü oluşturuyor, Avrupa’da Faşizmin hem gerçekte hem ahlaki düzeyde yenilgisi ve Moskova’da Stalin’in Sovyet kaynaklarına duyduğu inanç bu gücü besliyordu. Bir süre sonra Kennan, Moskova’dan Washington’a göndereceği gizli telgrafta bu gücün aslında askeri bir güç olmadığını, ideoloji üzerinden etki alanını genişletme gücü olduğunu söyleyecekti: Yani; İngiltere, ABD gibi liberal dünyanın kalelerinde sadece fabrika ve liman işçilerini değil, entelektüelleri, kürsüleri, memnuniyetsiz zengin çocuklarını cezbelleyen sosyalist fikirler, komünist ülküler. Yeterince maceracı ve cesur olanları İspanya’da ölmeye ikna eden, partileşmeye ve sendikalaşmaya iten, hatta Sovyetlere bilgi aktarmaya ya da bunu düşünmeye mecbur bırakan ideolojik güç. Sadece entelektüel ve ABD’nin iç işleriyle ilgili bir komünizmin mümkün olmayacağı endişesi. ABD’nin kendi insan gücünü izlemek, sınırlamak, harcamak zorunda kalacağı McCarthy dönemi gelirken (yani ABD ideolojik silahını icat etmek zorunda kalırken), Sovyetler de ideolojinin yanına Atom bombasını ekleyecekti. Böylece Oppenheimer’ın bir şişe içerisinde hapsolmuş iki mükemmel akrebini elde etmiş oluyoruz. Ve odağımız şişeden (yani Dünyadan, yani insanlardan), akreplerin rasyonel hareketlerini adeta matematiksel olarak tahmin etme dürtüsüne kayıyor (elimizdeki buz tadında Soğuk Savaş Uluslararası İlişkileri).
İki senaryo üzerinden bugüne sesleniş
Bu noktada film Oppenheimer’ın düşüncelerindeki iyimser ve kötümser senaryoyu önümüze koyarak, üçüncü katman, son buluyor ve tabi bu sonuçla bir mesaj veriyor. İyimser senaryo Oppenheimer’ın sadece A-bombasının babası olarak anılmasını da önleyen silahsızlanma, silahların kontrolü, iş birliği ve yayılmanın önlenmesiyle ilgili fikirleri. Nitekim 1960’ların ortasından itibaren Dünya, karşılıklı yok etme dengesine ulaşacak ve iki büyük nükleer silahlı devlet silahların kontrolü ve sınırlandırılması için masaya oturacak. Kötümser senaryo, kitle imha silahlarının yayılmasının, gelişmesinin ve kullanılmasının önlenemeyeceği düşüncesi. Mesaj açık, böyle giderse bir dikkat, bir kurukafa işareti ile sonumuz gelecek. Bu mesajın günümüzde verildiğini, günümüz için verildiğini biliyoruz. Bugün nükleer korku Soğuk Savaşla aynı şekilde kapımızı çalmıyor (ki o günün korkusunu anlamak için Bergman’ın 7. Mührü’nü, Tarkovsky’nin Kurban’ını ve Kubrick’in Dr. Strangelove’ını arka arkaya izleyelim derim, ve evet Dünya Soğuk Savaş’ta birkaç kere kazayla da olsa yok olmaya yaklaştı) ama kapı zilinin yanında bekliyor.
Nükleer cin basit bir varlık değildir
1990’lardan bugüne yaşanan gelişmelere baktığımızda özellikle nükleer silah elde etmeye çalışanların değil, zaten nükleer silaha sahip olanların politikalarının bugünkü korkuyu inşa etmekte, mevcut rejim ve anlaşmaları zayıflatmakta en çok katkıyı verdiğini görüyoruz. Dolayısıyla nükleer silahlar konusunda hassas kalplere seslenmek dışında herhalde yarı romantik bir öz-eleştiri olmalı elimizdeki film: Nükleer cini ABD, bir yerlerde serbest bıraktı ve işte buralara kadar geldik. Bugün ABD’nin bu yarı romantik öz eleştiriyi yapması kağıt üzerinde daha kolay görünüyor zira nükleer korku dediğimizde dönüp, dönüp Kremlin’e bakmak Ukrayna savaşı sonrası adet oldu. Sonuçta savaş sarpa sarınca taktik nükleer silahları kullanmaktan bahseden Rusya, Belarusya’ya taktik nükleer silah yerleştiren Moskova, Yeni Start Anlaşmasının uygulamasını askıya alıp caydırıcılık için kilit önemdeki şeffaflığı gölgeleyen Kremlin. Ama nükleer cin asla basit bir varlık değildir, teknoloji, ilerleme, statü ve mutlak savunma fikri ile iç içedir, üzerinde tekel kurmaya çalışmak da serbest bırakmak kadar tehlikelidir. Bu noktada Moskova’nın “ama nükleer silahı biz Ruslar kullanmadık” argümanını da düşünmekte fayda var. Gerçekten de nükleer silah ABD tarafından (yalnız ve yalnızca ABD tarafından) ABD’nin nükleer silah tekeline sahip olduğu günlerde nükleer silaha sahip olmayan bir devlete karşı kullanıldı. Yani daha fazla nükleer silahlı devletin ortaya çıkışı, nükleer dehşet dengesini ve nükleer tabuyu (nükleer silahı kullanmama, kimi zaman da ilk kullanmama kararını) güçlendirdi. Burada gençliğime, silahsızlanmayı ilk Nurşin Güney hocadan dinlediğimiz yıllara dönüyor, dersi anlamak için nasıl helak olduğumuzu hatırlıyorum. 7. Mührü, Strangelove’ı, Oppenheimer’ı filan izledikten sonra hocadan, kabaca “daha çok nükleer silahlı devlet, daha istikrarlı bir dünya” diyen Kenneth Waltz dersi dinlemek de lazım. Çünkü geçmişin bugüne verdiği mesaj asla tek yönlü ve basit değildir.