Davranışlarımız; hep anlatmaya çalıştığımız gibi içsel dürtülerimizin mekanizmasıdır. İçimizde ne yaşatıyorsak, davranışlarımıza aksettirdiğimiz de o haller olacaktır.
Davranışlarımız; hep anlatmaya çalıştığımız gibi içsel dürtülerimizin mekanizmasıdır. İçimizde ne yaşatıyorsak, davranışlarımıza aksettirdiğimiz de o haller olacaktır. İnsan, davranış olarak hayvanlardan çok farklı olarak, bilinç düzeyinde hareket ettiği için büyük sorumluluk taşır. Hayvanlar dürtüsel hareket ederler ancak insanlar dürtüleri de olmasına rağmen bilinçleri ile dürtülerini eğitebilecek yetenekleri vardır. Biz insanlar bilinçli veya bilinçsiz güdülenebilir canlılarız.
Güdülenme ve davranış
Günümüzde insanlar istemsizce güdülenmiş bir şekilde hareket ediyorlar. Öfke ve tatminsizliklere de yol açan bu istemsiz güdülenme, insanın bilincini farkında olmadan devre dışı bırakan bir virüstür. Aslında insan tam da bilinçsiz güdülenmez. Zaaflarını dizginlemeyi öğretmek yerine onları serbest bırakmak üzerine kurulu bir frekans içine alınmış bulunuyoruz. Başlangıçta TV reklamları ile başlayan bu güdülenme son yirmi yılda çok hızlanarak artık elimizdeki cep telefonlarından aldığımız mesajlarla yönlendiriliyoruz. Güdülenme kelimesini bazı kaynaklar motivasyon olarak da kullanıyor. Sanki istek ve arzuları harekete geçirmek için kurgulanmış bir dünya yok da, durup dururken harekete geçiyormuşuz gibi olumlu anlamda kullanılan motivasyon kelimesinin de altı çizilmeli.
Davranış ve Ekonomi
Son günlerde üzerinde sıkça durulan bir kavram olan Davranış Ekonomisi aslında kişinin günlük hayatındaki davranışlarından farklı değildir. Fakat ekonomiye tamamen yansıdığı ve ayyuka çıktığı, dolayısıyla topluma da turnosol olduğu için dikkat çekmektedir. Çarşı, Pazar, market ve alışverişte sıkça üzerinde konuştuğumuz fiyat istikrarsızlığı, etiketlerin sürekli değişmesi ve neticede pahalılığa sebep olan sorunları bulamayışımız insanları tedirgin etmektedir. Satıcı ile alıcıyı karşı karşıya getiren bu duyarsız ve umursamaz davranışın temel sebepleri ahlaki çöküntüde aranmalıdır. Üstelik ticaretin teşvik edildiği ve terazi konusunun dinimizce ne kadar hassas tutulduğunu biliyor olmamıza rağmen bu durumdaysak oturup düşünmeliyiz.
Bilincimizi kaybetmeyelim
Bir şeyi salt istemek yeterli değildir. Neden istediğini bilmeli insan. Güdülerinin ne yönde neye itibar ettiğini bilen kişi; karakter ve kimlik bakımından kendini doğru bir şekilde inşa eder. Toplum bilinciyle hareket etmeyip bireysel güdülerine kurban olmuş bir ticarethane işletmecisi ekonomi için bir felakettir. Güdülenmek isteyen toplumlar da vardır ve bir çeşit narkoz halinde hareket ederler. Yapabileceği bir şeyin olmadığı inancının yüksek olduğu böylesi bir toplumda kişiler zamanla birbirine benzemeye başlarlar. Böyle olunca da yanlışa tevessül etmek iki kuruş için hile yapmak normal hale gelir. İnsan güdülerine söz geçiremediği anda ahlaksızlığa teslim olmuş demektir. İş yerlerinde yapılan motivasyon çalışmaları veya eğitimde çocukların güdülenmesi ve motive edilmesi her zaman doğru olmayabilir. Altındaki niyeti iyi bilmek lazım. Bilinç işte bunun için gereklidir. Ancak bilinçlerin dumura uğratıldığı bir toplumda bilinçten söz etmek kimi zaman aptallıkla da eş değer tutulmaktadır. Ancak biz yine de dağın başına çıkıp tek başına kalacak olsak da bilincimizi kaybetmeyelim. Buna izin vermeyelim.
KASTAMONU DEVLET ÜNİVERSİTESİNİN SPOR KOMPLEKSİ
İki hafta evvel bir vesile ile ailecek Kastamonu’daydık. Kastamonu Devlet Üniversitesindeki yeni görevimiz için bir tanışma, alıştırma turu yaptık devasa kampüs içinde. Devlet üniversitesinde bir spor ve yaşam kompleksi yapılmış ki ben hayran kaldım. Bizim Kastamonu’ya geldiğimiz günün öncesinde açılışı yapılan bu kompleksin içinde bowling salonundan tutun da yarı olimpik yüzme salonuna kadar çok amaçlı müsabakaların düzenlenebileceği basketbol, handbol, voleybol sahası göz kamaştırıyor. 10 bin 431 bin metrekare üzerine kurulmuş olan Spor Kompleksinin kardio, ağırlık çalışma, cimnastik, sinema salonları ve tabii modern, sıcak suyu akan giyinme odaları ve konferans, çalıştay gibi birçok etkinliği yapabileceğiniz salonlar ve yemekli misafir ağırlanacak mekânları mevcut. Açıkcası ben bu komplekste Gençlik ve Spor bakanlığının farklı organizasyonlara yer vererek ilde sporun gelişmesine çok büyük katkısı olacağı inancındayım. Karlı bir haftaydı ve bu yeni kompleksin dışında, Kastamonu Devlet üniversitesinin futbol sahası ve atletizm pisti olduğunu da gördüm. Yine bunun dışında da bir Çadır Spor salonu ve eğitim fakültesinin spor salonu olduğunu da eklemeliyim. İstanbul’un sayılı üniversitelerinde dahi olmayan bir spor yatırımı var ve bunun çok önemli olduğunun farkındayız. İnşallah Kastamonu, gençlerin spor ile kendilerinden söz ettirdikleri bir ilimiz olur.
ANLA ARTIK
Bir bitki her yerde filizlenmez, çiçeklenmez. Kapına geldiyse, pencerenden gülümsediyse anla artık. Tutuna tutuna, buz gibi betona yaslandıysa anla artık. O çiçeği sen kalbine gömmüşsün ama farkında bile değilsin. Anla artık, gönül toprağında tomurcuklanmış, senden bir parça olmuş. İnsanız ya; gözümüz bakıyor da görmüyor ki. Bakarkör olmuş tüm dünya güzelliklere. Bari sen anla artık. Çepeçevre saran umutsuzluklara karşı, bir küçük tebessüm dünyayı mamur eder; baştan aşağı. Hepimiz bunu bir anlasak artık. Bir ışık her zaman var; hep karanlık değil ki geceler. Gündüz olunca, hicranlı günler de biter. Anla artık bir kırıntının, kuşun gagasında semaya yükseldiğini. Paylaştığın her neyse seni de yücelttiğini anlasan ey yabancı. Herkes şu dünyada ektiğini biçer. Tarih böyle der; kurnazlıkla eninde sonunda yanarsın. Anla artık sıkıntılarına ferahlık arayan insan. Senden zuhur eden bir umut var. Onu gör, yakala ve göm gönül toprağına; bırak filizlensin. Arada gözyaşınla af dileyerek sula. Gönlündeki pasları sil ta ki ayna olsun sana dünyanın güzellikleri. Anla artık kendimizden başka bir çare yok, yok.
Gökçe Güneygül
OSMANLI DEVRİ HAREM MUSIKİSİ’NDE
KADIN SAZENDE ve SAZI
(15-19.YY.)
Harem; Osmanlı Devleti’nde hükümdarın evi olarak varsayılmasıyla, Sultan’ın, Padişah’ın ailesinin yaşadığı yer anlamıyla, mahrem sayılan bir mekân olmasıyla, gizemleriyle ve efsaneleriyle yüzyıllarca meraklıların gözlerini aynı yere çevirmiş, hemen hemen herkesin dikkatini cezbetmiştir. Fakat hane reisi harici erkeklerin girmesinin yasak olduğu bu mecrada yapılan törenlerin, özel kutlamaların gösterişi, zerafeti dillere destan olmasına rağmen, erkek sazende, bestekârların adları tarihi kaynaklarda yer alırken, kapalı kapılar ardında yaşayan kadın sazende ve bestekârların adları, besteleri, müzikal yaşamları hep bir sır ve muamma olarak kalakalmıştır. Bugün bile bizlerin zihninde aynı soruların cevabı bulunamamaktadır.
Nağmelerle, sazlarla, sözlerle, seslerle bezedikleri mûsikî meclislerini güzelleştiren, neşelendiren, hüzünlendiren Osmanlı Harem Musıkisi’nde aktif rol oynayan bu kadın sazendeler kimlerdir? Ve hangi yüzyılda, devirde, dönemde hangi sazları çalmayı tercih etmişlerdir?
Tarih yazarları tarafından Osmanlı devrinin yükselme dönemi olarak da tanımlanan 15.yy’da Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u sanat, kültür ve bilim merkezi hâline getirme arzusundan dolayı birçok usta müzisyen ile sanatkârı İstanbul’a davet ettiği bilinmektedir. 15.yy.daki tarihî görseller arasında yer alan minyatürlerde ve yazılı kaynaklarda kadın mûsikî topluluklarında ve kadın sazendelerin en revaçta çaldıkları çalgılar kopuz, tanbûr, dört tel tanbûra prototipleri, kuş başlıklı çeng modelleri, beş tokalı hanende tefleri, günümüzde halen Türk Cumhuriyetleri’nde ve Uzakdoğu ülkelerinde çalınan Shang, Gudi/ Bangdi çalgıları olarak kayıtlara geçmiştir. Hatta bu dönemin nadir olarak adı bilinen kadın sazendeleri arasında yer alan sazende Kopuzcu Zeynep Hatun, sazı da kopuzdur.
16.yüzyılda az sayıdaki tarihi görselde gözlemlenebilen ve döneme damgasını vuran kadın sazendeler çeng çalarken ve ellerinde mendillerle rakseden çengî de ezgilere dans ederek eşlik etmektedir. Bir diğer tarihi görselde kadın sazendeler hanende tefi, kanun, pirinç zil, çeng sazlarını icra etmektedir. Dönemin ünlü şairi Bakî’nin divanındaki minyatürlerde kadın sazendelerin sazları kartal başlıklı çeng, hanende tefi, mıskal ve kemençedir.
17.yy’a gelindiğinde Osmanlı Sultanları’nın evi sayılan saray içinde padişahın kadınlardan oluşan ailesinin yaşadığı yer olan Harem dairelerinde mûsikîdeki meşk geleneğinin sürdürülmesi söz konusudur. Meşkhane adı verilen müzik eğitim kurumlarında kadın sazende, hanendelerin eğitim almalarının sağlanması yüzyıllar içinde adeta gelenek hâline gelmiş, meşkhaneler artık kadın müzisyenlerin resmî olarak müzik eğitimi aldıkları devletin resmî kadın mûsikî okulu niteliği kazanmıştır. Öte yandan kadın sazendeler mûsikî muallimlerine tahsis edilmiş olan ev ve odalarda çalgı ve ses eğitimi almaktadır. Harem yapı itibarıyla kadınlar okulu özelliği de taşıdığından dolayı kadınların harem dairesine kabul edilme şartları arasında müzik yeteneği taşımaları da dikkat edilen bir konudur. Örneğin arşiv belgelerinden tespit edildiği kadarıyla Latife, Avcı, Rukiye, Maksud, Ümmihan, Gülfer, Şehinaz adlı kadın sazendelerin çaldığı sazlar tanbûr, çöğür, daire, santur, kanun, kemandır. Bahsi geçen kadın sazendeler aynı anda birden fazla çalgı çalabilme maharetleri dolayısıyla yüksek ücret ödenerek, saraya kabul edilmişlerdir. Aynı yüzyılın bir diğer çarşı albümünde kadın sazendeler ellerinde kemençe/ rebap, def, çalpare, çağana, çeşde adı verilen eski Türk mûsikîsi sazları ile resmedilmiştir. Ayrıca tarihi görsellerdeki kadın ve erkek sazendelerin çalgıları kadın ve erkeğe göre, kişiye özel olarak üretilmektedir. Musikâr adını verdiğimiz üflemeli çalgı, ney sazı da kadın sazendeler arasında ilgi gören ve çalabilmek için saz hocalarından özel ders alınan çalgılar arasındadır. Bu dönemde yaşadığı rivayet edilen, kayıtlara adı geçen bestekâr Reftar Kalfa’nın aynı zamanda kadın sazende olduğu, çaldığı sazın da tanbûr olduğu ileri sürülmektedir.
18.yy.’da Sultan 3. Selim dönemini idrak etmiş olan bestekâr Dilhayat Kalfa’nın da aynı şekilde kadın tanbûr sazendesi olma ihtimali söz konusudur. Aynı yüzyılın çöğür sazendesi ve meşhur nakkaşı Levnî tarafından çizilen kadın sazende heyetindeki 18.yy. fasıl heyetindeki kadın sazendelerin sazları zurna, tanbûr, mıskal ve dairedir. Diğer bir minyatürde nakşedilmiş olan kadın sazendeleri daire, ıklığ ve tanbûr icra etmekte, bir başka çarşı resmi albümünde kadınlar rebap, sinekeman, tanbûr sazlarını çalmaktadır.
19.yüzyılın tarihi görselleri ve yazılı kaynakları arasında en fazla bahsedilen ve resmedilen kadın sazendelerin sazları tanbûr ve lavta olarak belirlenmiştir. 19.yüzyılda yaşanan müzikal değişim rüzgârıyla birlikte sarayda artık keman, çello ve piyano sesleri yankılanmaktadır. Aynı zamanda Leyla Saz’ın anılarında yer alan 19.yy. Harem dairesinde artık hem Bando Takımı, Batı Müziği Orkestrası, hem de Türk Müziği Heyeti sazendeleri sazlarıyla görev almaktadır.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı saray ve ev haremlerinde yaşayan kadınların evlerindeki arka odalarının duvarlarında her daim bir çalgı asılı dururken, icracılık mûsikî kültürün ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Oysa bugün 21.yy’da kadınların yaşadığı kaç evin odasının duvarında bir çalgı vardır? Ve atalarından miras kalan kadın sazendelerin ruhu, genetik izleri kaç kadının içinde uykudadır? Kim bilebilir? Bilinmez.
İŞLEVSELLİK
Osmanlının ilk ve orta dönemi yani batı etkisine girmeden evvel ki eşya düzeni ve bunla birlikte tabii ki mimari düzen insan hayatının önüne geçecek şekilde değildi. Aynı odada yatılıyor, banyo ediliyor ve yemek yeniyordu. Yataklar kalkıyor yerine sedir veya döşekler, oturmak ve ortaya gelen sini masa halini alarak yemek odasına dönüşüveriyordu. Sandıklarda giysiler ve örtü gibi eşyalar duruyordu. Pozitivist dönemle birlikte eşya insanın hizmetinden çıkıp insan eşyanın kölesi olmaya başladı. Bugün eşya statü belirtisi sanki elimizin kolumuzun sonsuz uzantısı şeklini aldı. Patates soyacağının bin bir çeşidi çıktı. Evdeki bıçaktan daha iyisi patates için geliştirilmiş bir patates soyacağıdır. Bir sonraki adım ondan da daha iyi bir patates soyacağı derken bu böyle devam edip duruyor. Endüstriyel tasarım bölümleri sanırım eşyanın işlevselliğine hizmet ederken bir yandan da tüketimi körüklüyor. Elindekiyle yetinmek yerine daha iyisini elde ederek işlevselliği üst düzeye çıkarma ihtimaliyle tüketim pompalanıyor.
ARTI EKSİ
KDV’nin düşmesi
Temel gıda maddelerinde KDV’nin düşmesi iyi bir adımdı. Hepimiz sevinirken benim içime marketlerin kurnazlık peşinde olacakları hissi doğdu. Öyle de oldu. Bu marketler bir şekilde KDV’nin düşeceği bilgisini almışlar ki daha düşmeden önceki gün, önce zam yaptılar arkasından KDV’yi indirerek başka bir şeytanlığa imza attılar. Kamuoyunda boykot çağrıları çok etkili olmuyor besbelli. Üç, beş gün alışveriş yapılmasa dahi eninde sonunda bir iki parça bir şey alınıyor. Kararlılıkla topyekûn hareket edemiyoruz. Herkes sosyal medyadan ağlıyor ama bir şey yapmaya gelince de pek dayanamıyoruz. Birde e-devlet üzerinden Haksız Fiyat artışı şikâyet bildirim bölümü açılmış. Ama yapılan tüm artık hamleler maalesef direnç buluyor ve vatandaşın cebindekini eksiltiyor. Halk bunları görüyor.
BATININ SOSYAL ADALETİ
O birilerinin övündüğü hayran kaldığı batının sosyal adaletinin altında, kendi pisliklerini örtme ve menfaati dışında bir şey yoktur. Bir seminer programının bitişinde misafirlerden bir hanım İngiltere övgüsünü bir olaya dayandırdı. İnglitere’de yaşayan üç çocuklu yanlış hatırlamıyorsam Ürdünlü bir ailenin reisi IŞID’de katılmak üzere evini, ailesini terk etmiş. İngiliz hükümeti de ortada kalan bu aileye sahip çıkmış; çocuklarını okutuyormuş, aileye kira, barınma desteği sağlıyormuş. Bunu sosyal adalet anlayışı içinde yapıyormuş. Ne kadar da romantik geliyor kulağa öyle değil mi? IŞID’i icad eden sanki kendileri değilmiş gibi masum ayağına yatarak kurnazlık yapmak şeytanı bile şaşırtır. Batıdaki sosyal adalet sermayeye yani İktisada bağlı bir çıkar ilişkisi içinde kurulmuştur. Batı, toplumuna sermayeden pay dağıtmak ve iktisadi anlamda sermayeyi güçlü tutmak adına halkın menfaatlerini ortaya sürer. Der ki; hepimizin iyiliği için sermayeyi yücelt, katkıda bulun. Öğrencisine sosyal adalet adı altında sivil toplum kurumlarına fon (valla billah silahlanmaya destek olunmaz bu fonlardan) sağlamanın faydasını öğütler ki büyüdüklerinde onlar da sadık birer fon sağlayıcısı olsun. İşçisine çok çalışması gerektiğini öğütler. Sermayeye katkıda bulunduğu sürece işçinin de sosyal olarak refahı sağlanacaktır. Bu liste böyle uzar gider. Batıdaki sosyal adaletin temeli kapitali büyütmek için vardır. O kapitali ise adil bir şekilde dağıtılmaz. Çünkü insanların duyguları ve davranışları manipüle edilerek daha çok tüketmeye dayandırılmış bir sistemdir. Oysa bizim modelimizde vakıf anlayışı var olmuştur. Toplum için toplumdaki zenginlerin katılarıyla yine topluma, doğaya ve tüm canlıları yücelten, mamur eden bir anlayış varola gelmiştir. Batının sosyal adaleti ise tamamen faydacılık üzerine kurguludur.