Gazetelerin ve gazetecilerin hiçbir zaman tarafsız olduğuna inanmadım. Bilakis, "tarafsızlığın" düşünmenin önündeki en büyük engel olduğuna inandım.
Gazetecilerin “dokunulmaz” bir kimliğe bürünmesini de aklım hiçbir zaman almadı. Bir gazetecinin bir simitçiden farkının olduğuna inanmasının gerçekle olan arasındaki mesafeyi artıracağını düşündüm.
Benim siyasi tavrım belli. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi çizgisini destekliyorum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde de Binali Yıldırım’a oy verdim. Ama inandığım ölçüler doğrultusunda doğru yazmaya çalışan bir gazeteci olmaya çalışıyorum.
Çoğu zaman “gazeteciyim” bile demiyorum girdiğim ortamlarda. Çünkü bu mesleği yürütenlerin hayat boyunca gazeteci olmak için çalışması gerektiğini düşünüyorum.
HALDUN SİMAVİ ÖRNEĞİ
31 Mart seçimlerden sonra çıkan sonuçlardan biri AK Parti medyasının dilini ve anlayışını değiştirmesi gerektiği. Çünkü aynı dil ve anlayışla, dönüşen ve tercihleri büyük oranda değişen kentli nüfusu anlamak mümkün olmayacak. Hatta gençleri bile.
Geçenlerde bu konu üzerine düşünürken aklıma Hürriyet’in eski patronlarından Haldun Simavi geldi. Simavi, haber doğru olduğunda haberin öznesine bakmadan o haberden asla taviz vermemesiyle tanınırdı.
Hatta 1964 yılında İsmet İnönü’nün Bakanlar Kurulu’nda “Sovyetler Birliği’nden 400 milyon dolar kredi alacağız” şeklindeki açıklamasını kaynağını açıklamadan yayınlayan Hürriyet çalışanlarının arkasında durmuştur.
İsmet Paşa’nın yalanlaması ve sert tepki göstermesine rağmen haberin doğru olduğunu teyit ettirdikten sonra Haldun Simavi, “400 Milyon Dolar Sovyet Kredisi” konulu haberden geri adım atmamıştır.
…
Açıkçası ben gazetelerin habercilik reflekslerinin yanında “think tank” olduklarını düşünürüm.
Çünkü her gazetenin belli bir çizgisinin yanı sıra topluma ve siyasete yön verme arzusu dünyanın her ülkesinde söz konusudur.
Bugün AK Parti medyasının en büyük eksikliğini habercilik olarak gördüğümü belirtmeliyim.
Siyasi tavra göre habercilik yapmak ayrı bir şeydir, siyasal tavrın vermek istediği algıya göre haber yapmak ayrı bir şeydir.
Haberin en büyük kaynağı sokaktır. Sokakta vatandaşın gördüğünün aksine haber yapmak günün sonunda inandırıcılığı da ortadan kaldıran, kitleselliği marjinalleştiren ve bunu konsolide etmeye yarayan bir araç haline dönüşür.
Oysa, özellikle siyasal iktidarın sürekli olarak beslenme arzusunun lokasyonu kitlelerin tamamıdır.
Acaba son dönemlerde kaybedilen en büyük habercilik sorunu bu mu?
İMAMOĞLU’NUN DEMİRTAŞ ÖVGÜSÜ
Ekrem İmamoğlu’nun mazbatayı aldıktan sonra Selahattin Demirtaş’a karşı söylemiş olduğu övgü dolu sözler eleştirel anlamda bizim basında çok yer buldu.
Bu eleştirilmeye müsait bir durum ama doğru yerden, doğru bir soruyla eleştirmek medyanın en önemli görevi olmalı diye düşünüyorum.
İmamoğlu’na oy verenlerin neredeyse hepsi CHP’nin HDP ile yapmış olduğu ittifaktan zaten haberdar. Dahası bunu bile bile oy verdiler.
Zira durum bu iken İmamoğlu’nun Demirtaş övgüsünü yeni bir şey deşifre etmiş gibi ortaya çıkarmanın İmamoğlu’na oy verenlerin gözünde hiçbir etkisi yok.
Asıl mesele doğru soruyu geçmişten bu yana haberciliğin en önemli kuralı olan takipçilikle sormakta.
2015 yılından başlayan süreçle en az dindarlar kadar PKK’dan da nefret eden seküler Beyaz Türk taban HDP’ye oy vermeye nasıl alıştırıldı ve bu dönüşümün sonunda bu duruma nasıl gelindi?
Ben açıkçası biraz da bu sorunun muhafazakâr medyanın seküler kesim dediğimiz cenahı yeterince tanımamış olmasına bağlıyorum.
Mahallenize sıkışıp kaldığınızda diğer mahallelerde olan değişimi ve dönüşümü görmemeniz muhtemel.
Ama açıkçası bu yerinde görüp incelemeyi ve araştırmayı engellemiyor, karşı düşünceyi bilmeden argüman üretmeniz ise zorlaşıyor.
PATATES SOĞAN POLEMİĞİ
Seçim dönemi boyunca ve hatta sonrasında patates, soğan ve sivri biber gibi ürünlerin fiyat artışı çokça konuşuldu.
Ben açıkçası bu noktada medyanın sivri biberin kilosunun “27 TL’den 20 TL’ye” düşmesini vermek yerine başka bir sosyolojik gerçeği ön plana çıkarmasını daha çok arzu ederdim.
Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir seçmen domatesin, patatesin ya da sivri biberin kilosuna bakarak aidiyet duyduğu siyasal eğilimi değiştirmez. Ama her hafta pazara gittiğinde fiyatlar artarken, bir belediye başkanının makam aracının markasını düşük bulduğunu duyar ve görürse ya da bir milletvekilinin ekonomik göstergeyi çay ve simitle yaptığına şahit olursa işin rengi o zaman değişir.
Pazardaki ürünlerin olumsuz algısı ancak bu bahsettiğim örnekteki durumlara karşı çıkarak dağılır. Adsorbe durumu, kötünün daha az kötü olduğunu göstermekle değil, bilakis eşit ve objektif bakmakla gerçekleşir. İnandırıcılık artarsa algı üretmek kolaylaşır.
İMAMOĞLU’NUN SEÇİM KAMPANYASI
Son iki haftadır yazmış olduğum yazılara bakmanızı özellikle isterim. Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyasını bizim medyanın iyi okumasında fayda var.
Halkın gözünde negatif çizgisi asla silinmeyecek olan CHP’nin adını anmayan, ilk kez Etiler, Beşiktaş ya da Kadıköy gibi ilçelerin dışına çıkarak AK Parti’nin yoğun oy aldığı yerlerde kampanya üreten, Erdoğan karşıtlığına dayanmadan tamamen insana odaklanan bir kampanya toplum nezdinde karşılık buldu.
Tüm bunları samimi bulmuyorum, bir stratejinin ürünü olarak görüyorum. Ama bu stratejiye karşılık bizim medya algımızın klasik bir dille olması gerektiği dönemler bence artık geride kaldı.
Erdoğan 1994 yılında Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazandığında girilmedik sokak, ulaşılmadık insan bırakmamıştı. Ana akım medya kendisini görmezden gelse de kitlesel bir hareketin önünü açtı. Bu hareket 2002 yılında AK Parti olarak doğdu.
Bugün bu kitleselliği korumak bizim gazete YeniBirlik’in yaptığı gibi medyanın en önemli görevi olmalı.
Daha düne kadar faşist dediğimiz, faşizmlerinden ve nefretlerinden hala daha ödün vermeyeceğini düşündüğümüz isimler televizyon ekranlarında İmamoğlu’nu överek “yeni bir dilden” bahsediyor.
Biliyorum, bunu bir stratejinin gereği olarak yapıyorlar. Ama bu noktada biz aynı müzmin stratejimizle devam edemeyiz, yeni bir dil, anlayış ve algı için düşünmemiz şart.
Önümüzdeki birinci ders buna kafa yormak olmalı.