Demokrasiyi hem kavram, hem de araç olarak o kadar çok kullanıyoruz ki, demokrasi denen şey, bir canlı olsaydı her hâlde nesli tükenme tehlikesi altında olurdu.
Gelin bugün bir kehânet girişiminde bulunalım. Böyle bir kehânet yapma mecburiyetimiz olmadığı için, kehânet tutmaz da (ki tutmamasını tercih ederim) hiçbir şey kaybetmeyiz. Ama Nasrettin Hoca’nın torunları olarak söylersek, “ya tutarsa”! İşte o zaman işler değişir. Bu yazıyı tarihe bir not ve kehânet belgesi olarak düşebiliriz.
Yapacağım kehânetin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini görmek mümkün olmayacak. Zira kehânetin 2199 yılına kadar yolu var. En kısa vâdede 2101 yılı diyelim.
Kehânetin konusu, başlıkta da yazdığım gibi, demokrasi. Sihirli bir sözcük. Âdeta her kapıyı açan şifre. Tüm sosyal, ekonomik, kültürel, dinî hatta psikolojik sorunların “ilacı”. Demokrasi, herkesin ve her devletin başat hedefi ve korunmada öncelikli değer. Demokrasinin gelişmesi, yerleşmesi ve devam etmesi için her şey yapılıyor. O kadar ki, elinin ayârı olmayan postallılar demokrasiye “balans ayarı” bile yapmaya kalkıyorlar.
Haklı olmadan güçlü olan bireyler ve devletler için demokrasi, bebelere anlatılan tatlı ama imkânsız masallardan farklı değildir. Söz konusu menfaatleri olunca ne demokrasi kalıyor, ne de onun yan kavramları olan insan hakları, ifâde özgürlüğü, eşitlik.
Demokrasiyi hem kavram, hem de araç olarak o kadar çok kullanıyoruz ki, demokrasi denen şey, bir canlı olsaydı her hâlde nesli tükenme tehlikesi altında olurdu.
Demokrasinin nesli tükeniyor (mu?)
Dünyâda birçok demokrasi çeşidi var. Kimileri “demokrasi getirmek” için savaşlar çıkartıp milyonlarca mâsum insanı öldürürken ve yine aynı kimseler demokrasinin “d”sini bilmeyen devletlerle içli dışlı olurken, kimileri de demokrasinin “sınırsız özgürlük” olduğu zannına kapılıyor. Dananın kuyruğu da burada kopuyor.
Kirlenmez diye sanâyi atıklarını arıtmadan döktüğümüz denizler ve okyanuslardaki canlı hayâtın tehlike ve tehdit altında olması gibi, “ülkede demokrasi var” deyip ipten kazıktan kurtulmuş gibi davranarak demokrasiyi yok ettiğimizin farkına varamayacak kadar körleşiyoruz.
Siyâsî tercihi olan parti seçimi kazanamayınca, “herkesin bir oy hakkı var” kuralını sorgulayan elitler bir tarafta, dağdan inip bağdakini kovarken onun dağdan inmesine imkân veren şartları hiçe sayanlar bir tarafta var gücümüzle demokrasi mâdenini talan ediyoruz. Sonra kendimizi “çevre sorumluluğu” ile teselli etmeye çalışıyoruz.
Arabasını istediği yere, istediği gibi ve istediği zaman park edenler bir tarafta, ortak kamusal alanları evinin oturma odası gibi kullananlar bir tarafta, herkesin haddini bilmesini gerektiren demokrasiyi yıpratıyoruz.
Şiddet dilinden başka iletişim yöntemi bilmeyenler bir tarafta, demokrasinin verdiği imkânları başkalarına tanıması gerekirken “benimle eşit mi?” diye soranlar bir tarafta, demokrasinin ayarını kaçırıyoruz.
Demokrasi, Nâmık Kemâl’in Hürriyet Kasidesi’ndeki ifâdesiyle “efsunlu” bir kelime. Söyleyen de, duyan da büyüleniyor. Ama daha sonra ne yaptığını bilmez bir hâlde davranabiliyor.
Fazla demokrasi bozar (mı?)
Herkesin her şey olabildiği ve her şeyi yapmasına fırsat tanıyan demokrasi, özünde birbirinden hiçbir üstünlüğü olmayan insan ırkı üyeleri için olabildiğince doğal bir sistem. İnsan aklı, kendi canlı türü için en uygun yaşama ve yönetme sistemini bulmuş gözüküyor. Antik Yunan’dan başlayan kavramsal mâcerâsında da bir hayli aşama kaydetmiş durumdayız. Ama zor zamanlar iyi insanları; iyi insanlar kolay zamanları; kolay zamanlar kötü insanları; kötü insanlar da zor zamanları yaratır, kuralını düşünürsek galiba demokrasinin sağladığı kolaylıklar, kötü insanları çoktan ortaya çıkardı. Bu kötü insanlar da demokrasinin olmadığı zor zamanları hazırlıyor gibi.
Ve kehânet…
Zamânın hiç olmadığı kadar hızlandığı çağımızda, Antik Yunan’dan bugüne elde edilen kazanımlar, maalesef yüzyıldan kısa bir süre içinde yok edilecek gibi gözüküyor.
Küreselleşmenin azgın ve kudurmuş iştahıyla, ulaşabildiği her yeri “kendi malı” zannederek insanoğlunun kendi bedenine kötülük yaparkenki duyarsızlığını çevresine ve demokrasiye de yapmamasının önünde hiçbir değer sistemi bulunmamaktadır. Bu yüzden belki 3. Dünya Savaşı, demokrasinin rafa kaldırılması veya devam etmesi yönündeki çatışma ekseninde yaşanacak. Ve maalesef kazanan taraf, insanlığın geleceğini kurtarmak adına, demokrasiye öncelik vermeyecek.
Bir sonraki yüzyılda insanların gündeminde demokrasinin devâmı olmayabilir. Zira insanlar demokrasiyi “uğruna ölünecek” bir değer olarak görmüyorlar. Aksine birçok kişi için demokrasi, “sâyesinde öldürecek” bir düzen anlamına geliyor. Maalesef sonuçta zararlı çıkacak olanlar arasında kendilerinin de olduğunun farkına varamayacak kadar bencil, ukâla ve sorumsuzlar.
Kendi güncel hayâtını yönetme kabiliyetinden ve tecrübesinden mahrum kişilere ülkenin kaderini etkileyecek seçme ve seçilme hakkı vermenin yan etkileri ortaya çıktıkça, bu hak ve özgürlüğün doğru olup olmadığı sorgulanacaktır. Anadolu tâbiriyle, “iki koyun gütmemiş” kadar hayat tecrübesinden yoksun kişilere iş, evlilik, çoluk-çocuk sorumluluğunu vermek ve bunu “insan hakları” bağlamında savunmak kulağa ve gönle hoş gelse de kişisel sorumsuzluğun acı sonuçlarını yaşamaya başladıkça, demokrasinin sınırlarını yeniden belirlemek isteyenler olacaktır. Ve tıpkı Aydınlanma filozoflarının az ama etkili olması gibi, bunu isteyenler de kısa zamanda etkili olacaktır.
İnsan olduğu için doğal olarak sâhip olduğu hakları, insanlıktan çıkmak için ve insanlığa karşı kullananların sayısı artmaya devam ettikçe, demokrasinin içeriğinin tartışmaya açılması ve bu içeriğin daraltılması ihtimâli yükselecektir. Bu yüzden, gelecek yüzyılda bugünkü demokrasi olmayabilir.